Kıbrıs’ın kuzeyinde toplumsal meselelere dair tartışmalar, başladıktan çok kısa bir süre sonra duygusal tepkilere, kişisel tanıdıklık/yakınlık halinden kaynaklanan temelsiz savunmalara ya da konunun içeriğinden ziyade konunun taraflarına bakılıp ona göre tavır alma gibi hallere çok çabuk büründüğünden, tartışılması verimli pek çok konu ne yazık ki anlamsız gürültüler içinde kaybolabilmektedir kolayca. Hâl böyle olduğu için, bu yazıda, soru cevap biçiminde ve olabildiğince basitçe, bir belediye başkanının geçtiğimiz günlerde halka, çöplere ve özelleştirmeye dair yaptığı müstesna yorumları değerlendirmeye çalışacağız.
Plajları özele verirsek, temiz kalırlar mı?
Meselenin belediye başkanı ile ilgili kısmına geçmeden önce, kısaca “özelleştirme” üzerine birkaç not düşmek lazım. Sosyal medyada konu üzerine yorum yapan bir vatandaş, “özelleşseydi burası, tutup kulağından dışarı atardı yere çöp atanı” diye görüş belirtmiştir. Ülkemizde siyasi kurumlar (gerek kamu iktisadi teşekkülleri gerek devlet daireleri gerekse de kamu hizmeti veren (eğitim, sağlık vb. gibi) kurumlar o siyasiler tarafından o denli yozlaştırılmıştır ki, haliyle vatandaş da artık “çöp dökenleri engelleme” konusunda bile umudu “sermayede” aramaya başlamıştır. Ancak ne ilginçtir ki, kurumlarımıza güveni sarsan bu siyasiler, aynı zamanda sermayenin taleplerini hiç bekletmeksizin yerine getirmek konusunda da geri kalmıyorlar. Ne ilginçtir ki, kurumlarımızı kendimizin yönetemeyeceğine dair inancı tüm topluma yayabilmek için ellerinden geleni ardına koymayan yönetici egemenler ve bunların işbirliği yaptığı sermaye çevreleri, aşık olduğu kişinin gözüne girmek için danışıklı dövüş biçiminde bir olay kurgulayan karakterlere benzemektedirler: Önce bir figüran (yönetici egemenler) rol gereği aşık olunan kişiye saldırma girişiminde bulunur, sonra kahramanımız (sermaye) gelir ve o kişiyi “kurtarır”, böylece de o kişinin gözüne girer. Kendine olan güveni iyice azalan halk da, bu duruma itiraz edip yönetimi ele geçirmek yerine “buralar hep özelleşsin, sermaye gelip bizi kurtarsın” der. Akılda tutulması gereken şey, “kamusal” olanı savunmanın “mevcut devlet işleyişini” savunmak olmadığıdır. Yozlaşmış siyasi yapımız inkâr edilemeyecek bir gerçektir, ancak pire ruhlu yöneticiler yüzünden sermayenin ateşine atlamak da, pire için yorgan yakmakla eşdeğerdir.
Belediye başkanı bu özelleştirmeye ve halkı aşağılamaya dönük ifadelerini bir sinir anı içinde sarf etmiştir. Sonrasında da yaptığı açıklamalara bakarsak, esas olarak plajın kirliliğine dikkat çekmek istemiştir; neden buna odaklanmıyoruz?
Her şeyden önce, belediye başkanı bu sözleri hararetli bir tartışma esnasında sarf etmemiş, iki paragraftan oluşan ve haliyle de yazması az da olsa zaman alan bir yazının içinde sarf etmiştir. O yüzden ortada bir “sinir anı” yoktur. Kaldı ki, zorunluluktan değil gayet gönüllü bir biçimde girişilen belediye başkanlığı gibi bir görevi yürüten bir kişinin böyle bir lüksü de yoktur. Bir kişinin geçinmek için girdiği bir iş hakkında ağır sözler sarf etmesiyle, bir belediye başkanının kendi işi hakkında ağır sözler sarf etmesi aynı şey değildir. Ancak bütün bunları kabul etsek bile, ortada çok tehlikeli -ve hiç konuşulmayan- bir durum vardır: Belediye başkanı, o “sinir anı”nda, örneğin “var ya, yere çöp atanları idam etmek lazım” gibi bir laf sarf etmemiştir. Belediye başkanı, plajın kirli olmasına çözüm olarak “özelleştirmeyi” önermiştir. Sonrasında “elbette ben özelleştirmeyi savunmuyorum” demiştir ve kendisinin de samimiyetine inanıyoruz. Ancak neden bir insan, plajdaki kirlilik sorunuyla karşılaşınca, bir anlık sinirle de olsa “özelleştirmeyi” dile getirir? Bu aslında o kişinin, özelleştirmenin “sorunlara çözüm” olduğuna dair toplumda da -ne yazık ki- çok yaygın olan bir inanışa sahip olduğunun göstergesidir. Belediye başkanı, sahip olduğunu dile getirdiği sol kimliği nedeniyle özelleştirmeye aslında samimi olarak karşı olduğunu ve geçmişte de bunun için mücadele ettiğini söylüyor olabilir. Ancak sorun şu ki, özelleştirmeye karşı olmanın gerekçesi “solcu” olmak değil, özelleştirmenin -dünyanın neresinde olursa olsun- gerçekten de halk için ve kamusal fayda açısından olumsuz sonuçlar doğuran türden bir uygulama olmasıdır. Kişi sırf “solcu” bir partide ya da çevrede olduğundan özelleştirmeye karşıysa, yani özelleştirmenin -ister solcu olun ister olmayın- ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurduğuna dair bilgiyi ve deneyimi içselleştirmemişse, koşullar uygun hale geldiğinde işi kılıfına uydurup özelleştirmeyi gayet de savunacak duruma gelecektir ki ülkemizin “sol” tarihi bunun örnekleriyle bezelidir. Sırf kendine düşen görevi yerine getirmedi diye, koca bir halkı özelleştirme belasını “çözüm” olarak görmek zorunda bırakan “solcularla” doludur bu ülkenin tarihi.
Belediye başkanı sonraki açıklamalarında konuya netlik getirip, söylediklerinin “yanlış anlaşıldığını” ifade etti. Halâ belediye başkanını eleştirmeyi sürdürmekte bir art niyet yok mudur?
Belediye başkanının paylaşımında tepki toplayan iki ana nokta vardı: Birincisi halkı aşağılaması, ikincisi de özelleştirmeyi savunması. Özelleştirme ile ilgili kısma yukardaki sorularda cevap verdik. Belediye başkanı da zaten bu konuda geri adım attı ve özelleştirmeyi aslında savunmadığını söyledi. Öte yandan belediye başkanı sonraki açıklamalarında da halkla ilgili aynı ifadeleri daha “nazik” bir dille sürdürdü ve açıklamayı “toplum uyansın” diye yaptığını, “milletin arabadan yollara poşet poşet çöp attığını” dile getirdi. İlk bakışta bu eleştiri çok haklı gibi görünüyor ve “hepimiz suçluyuz” tavrı da toplumda da her zaman karşılık buluyor. Ancak bu yaklaşım çok sorunludur. Birincisi, ve her şeyden önce, bu lafları elinde herhangi bir yetki bulunmayan bir vatandaş değil, halkın oyuyla seçilmiş olan bir belediye başkanı söylüyor. Eğer halk, daha kendi çöpünü toplaması gerektiğini dahi bilmiyorsa, belediye başkanı seçmeyi de hiç beceremiyor demektir ki bu da bizzat bu yaklaşımı sergileyen belediye başkanının kendi işini hak etmediği anlamına gelir. Bir kişiyi belediye başkanı seçerken gayet sağduyulu olan “halk”, belediye başkanının deyişiyle bir anda “halk olmayı beceremeyen” bir topluluk haline dönüşmektedir. 10 ay sonra belediye seçimleri geldiğinde, “kendi pisliğini bile temizleyemeyen” bu halktan, koskoca belediye yönetimine dair karar vermesi için ne yüzle oy istenecektir? Bunun halka alenen “gerizekalılar” demesine rağmen halktan oy isteyen mevcut başbakanın tavrından ne farkı vardır? Halka “gerizekalılar” denmesiyle, halka “kendi pisliğini toplamıyor” demek arasında ne fark vardır?..
Aslında hepimiz biliyoruz ki, “halk” çok soyut bir kavramdır ve somut kişileri, durumları ve olayları eleştirmek yerine “halk şöyle”, “halk böyle” diye ahkâm kesmek, sorunu bulanıklaştırmaktan başka bir işe yaramaz; dahası, “masum değiliz hiçbirimiz” yaklaşımı gerçek suçluları gizlemekten de başka bir işe yaramaz. Özellikle elinde yetki bulunan kişilerin karşılaşılan sorunlara somut çözüm bulmak yerine soyut bir “bizden bir şey olmaz” edebiyatına sığınması kabul edilemezdir. Neoliberal dönüşümün beraberinde getirdiği “bireycilik” kültürü ve kamusal denetimin azalmasıyla birlikte elbette halkın içinde yozlaşmış bireylerin ve davranışların sayısı artmaktadır. Buna halihazırda yozlaşmış siyasi kültür ve kurumlar da eklenince, elbette ortaya “kendi pisliğini temizlemeyen” pek çok insan çıkmaktadır. Ancak zaten siyasetin görevi tam da bu durumu dönüştürmek değil midir? Neden bu dönüşüm için canını dişine takıp gönüllü bir biçimde uğraşan örgütlerde örgütlenmek yerine, kendi halkından şikayet eden siyasilerin karamsarlığına kapılalım; ya da neden kendi kendimizi düzgün bir biçimde yönetme iradesi için mücadele etmek yerine, bizleri yoksullaştıracak ve sermayeye daha da esir edecek özelleştirme politikalarını savunup, sorunu halının altına süpürmeye çalışalım? Örneğin gayet özel olan GSM operatörlerinin cep yakan tariflerinden yakınırken, altında çalıştığımız özel sektör patronlarının sömürüsü altında inim inim inlerken, özelleştirmenin gerçekten de bizi daha iyi hale getirecek bir çözüm olduğunu iddia etmek gerçekçi midir?
Belediye başkanının üzerine bu kadar çok gidilmesinin sebebi, bağlı bulunduğu partiyi ve kendisini yıpratma çabalarından başka bir şey değildir, haksız mıyız?
Her ne kadar “bizi eleştiriyorlar çünkü bizi yıpratmaya çalışıyorlar; niyetleri üzüm yemek değil bağcıyı dövmek” tavrı sağ siyasetlerin sıkça uyguladığı ve yakın coğrafyamız Türkiye’den de çok aşina olduğumuz bir tavır olsa da, ne yazık ki ülkemizde sol siyaset yaptığını söyleyenler tarafından da bu yönteme sıkça başvurulmaktadır. İşin en trajikomik kısmı, bizzat belediye başkanının kendisinin yazdığı -ve halâ daha kendi sosyal medya hesabında duran- bir yazıdan dolayı ortaya çıkan tepkinin, sanki bir komplo teorisi biçiminde ortaya çıkmış gibi hemen savunulmaya geçilmesidir. Belediye başkanının bağlı olduğu partinin bazı üyeleri birkaç gündür gazete köşelerinde, sosyal medyada ve yüzyüze sohbetlerde sanki de ortada “planlanmış bir linç girişimi” varmış, sanki birileri gizliden gizliye bir “yıpratma kampanyası” için düğmeye basmış gibi davranıyorlar. Halbuki, bahsi geçen belediye başkanıyla ilgili, o yazı ortaya çıkana kadar herhangi bir “toplu tepki” girişimi yokken, bizzat kendisinin yazdığı bir yazıdan sonra oluşan tepkilerin sebebini belediye başkanının kendisinde değil de tepkiyi gösterenlerde aramak kelimenin tam anlamıyla “zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışmak”tır.
Belediye başkanı çok tepki çeken hatalı bir paylaşım yapmıştır. Bu hatayı kabullenip basitçe “özür dilerim” deseydi konu zaten kapanacaktı. Ancak konuyu büyüten şey, halkın verdiği tepkiler değil, aksine yaptığı hatayı kabullenmek yerine “siz onun ne demek istediğini anlamadınız”dan tutun da, “adamın üzerine gidip prim yapmaya çalışıyorsunuz, art niyetlisiniz” diyenlere kadar bir çuval saçmalık ortaya dökenlerdir. Dahası, belediye başkanının kendisi de, yaptığı paylaşımdan ötürü pişman dahi olmadığını halâ ısrarla dile getirip, üstüne de “siz beni anlamadınız” diyerek halkı aşağılamayı sürdürerek yangına körükle gitmektedir. Gayet açık ve net bir biçimde yazılmış bir yazıya tepki gösteren yüzlerce insan sanki aptalmışçasına, sanki anlama kabiliyeti yokmuşçasına “benim demek istediğim o değildi” tavrı sürdürülmektedir. Yapılması gereken, “özür dilerim, böyle bir şey söylemem hataydı” demekti aslında sadece. Halbuki bahsi geçen çevrede özür dileme kültürü olmadığından, özür dilemek bir “mağlubiyet”, ayıp ya da aşağılık bir şey olarak görüldüğünden, özür dilemek yerine binbir dereden su getirilmekte, yapılan yanlışın üzerine bir de tüy dikilmektedir. Yani aslında dışardan bakınca, asıl “komplo”yu uygulayanlar, belediye başkanı ve destekçileri gibi görünmektedir. Zira tartışmanın fitilini ateşleyen şey bizzat belediye başkanının yazdıklarıyken, tartışmayı sağduyulu bir biçimde sona erdirme şansına sahip belediye başkanı ve destekçileri, sanki tartışmayı büyütmek istercesine “haklıyız biz, siz ise art niyetlisiniz” tavrını sürdürmektedirler.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu Üyesi