Dün Gezici Araştırma Şirketi’nin seçim anketi yayınlandı…
Ankete göre, Halkın Partisi, kararsız oyların da dağıtılmasıyla birlikte %33’lük bir oranla ve açık ara farkla ilk sırada görünüyor…
Halkın Partisi yetkilileri de bu anketi coşkuyla karşılayıp paylaştılar doğal olarak…
Ancak anketin sonuçlarından bir tanesi, pek konuşulmadı…
Ankete göre, Kıbrıslı Türk toplumu için en önemli sorun ekonomi. Ardından eğitim ve sağlık geliyor. Bunları ise Kıbrıs sorunu ve yolsuzluk takip ediyor…
Bu sonuç şaşırtıcı değil. Kıbrıslı Türk toplumunda gelir dağılımındaki eşitsizlik gittikçe büyüyor; başta özel sektör çalışanları ve kayıtdışı çalışanlar olmak üzere çalışma koşulları, ücretler, haklar ve işyerindeki güvenceler gittikçe ortadan kayboluyor; geçim derdi artık büyük çoğunluk için hayattaki en önemli sorun ve aile büyüklerinin gelirine yaslanarak refahı sürdürme şansı gittikçe azalıyor; eğitim ve sağlıkta kamusal ve nitelikli hizmeti geliştirmek yerine özel okullar ve hastaneler serpiliyor ve böylece Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu ya atıl hale getirilen devlet hastanelerine ve okullarına mahkum oluyorlar ya da bütçelerini çok zora sokup birçok kalemde kısıtlamaya giderek özel hastanelerden ve okullardan hizmet satın almak durumunda bırakılıyorlar…
Evet, yolsuzluk (başta partizanlık) da çok büyük bir sorun –ki 74’ten sonra hep böyleydi- ama hem hayatın içinden, hem de bu anketten de görülebileceği üzere, Kıbrıs’ın kuzeyinde sorun basitçe yolsuzluğa, şeffaf olmayışa, “temiz toplum” olmayışımıza indirgenemez; asıl sorun, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler lehine değil, çok küçük bir azınlık olan sermaye lehine ekonominin yürütülmesi.
Öte yandan Halkın Partisi, bugüne kadar başta ekonomi olmak üzere tartışmalı olan konulara pek girmeden, sadece “şeffaflık, temizlik, yolsuzluk karşıtlığı” üzerinden siyaset yapmış ve toplumun belirli kesimlerinin sempatisini de böyle kazanmıştı…
Ancak mesele can yakıcı sorunlara geldikçe, halkın asıl dertlerini ve sıkıntılarını ilgilendiren sorunlara geldikçe, Halkın Partisi’nin söylemleri bir anda CTP’nin ve UBP’nin söylemlerine yanaşmaya başladı. Bunun en önemli sebebi de, “iktidarın kokusunu” alan bu partinin, sistemde kendine yer bulabilmek için, bir anda diğer sistem partileri gibi davranmaya başlaması…
Halkın Partisi’nin ekonomi konularında sistem partilerine yakınlaşmasından daha kötüsü ise, farklı görünme çabası altında halka yalan söylemesi…
Geçtiğimiz günlerde Halkın Partisi, Türkiye ile yapılan ekonomik protokol görüşmeleriyle ilgili olarak görüş belirtti…
Parti’nin görüşü, limanların ve telekomünikasyon idaresinin özelleştirilmesi yönünde olmasına rağmen, metinde “özelleştirme” sözcüğünden kaçınılmış ve bunun yerine, son zamanlarda moda olan “kamu-özel ortaklığı” modeli kullanılmış. Ayrıca Halkın Partisi yetkililerine sosyal medyada yöneltilen “özelleştirmeyi destekliyorsunuz” eleştirilerine ise “biz özelleştirmeyi değil kamu-özel ortaklığını destekliyoruz, yani yönetim yine kamuda olacak, işletme özelde olacak” diye cevap verdiler…
Halkın Partisi yetkilileri, CTP’nin ve UBP’nin izlediği özelleştirme yanlısı, emek karşıtı neoliberal sermaye politikalarıyla aynı çizgide görünmemek için “bizim savunduğumuz kamu-özel ortaklığıdır, özelleştirme değildir” yalanına sarılmış durumda…
Gelin bunun neden yalan olduğuna yakından bakalım :
1 – Özelleştirme, farklı biçimlerde yapılabilir : yap-işlet-devret, kısa/uzun vadeli kiralama, kamu-özel ortaklığı, kamu kurumunun bilerek atıl hale getirilip tasfiye edilmesi ve piyasanın özele bırakılması (KTHY örneğinde olduğu gibi) ve daha nicesi… Yani bütün bu farklı modeller, özelleştirmenin yapılış biçimidir ve özelleştirmenin nasıl yapılacağı ile ilgilidir. Kamu-özel ortaklığı, özelleştirme biçimlerinden bir tanesidir. Bu modelin özelleştirme olmadığını söylemek, açıkça halka yalan söylemektir.
2 – “Özelleştirme” kavramı ve uygulamaları dünyanın pek çok yerinde pahalılaşmaya, hizmetlerin kalitesizleşmesine, verim düşüklülüğüne, işsizliğin artmasına, çalışma koşullarının kötüleşmesine ve yoksullaşmaya yol açtığından, sermaye kesimleri ve sermaye yanlısı siyasetçiler, özelleştirme uygulamalarını artık başka isimlerle ve biçimlerde halka pazarlayıp, bu tepkileri azaltmaya çalışmaktadırlar. Bakın bu konuda Kanadalı yazar ve su hakları aktivisti Maude Barlow ne diyor :
“Şirketler de finansal kuruluşlar da ön planda kalmaya devam etmek istiyorlar. Ancak iflas ettiler. Atölyelere gittiğinizde temelde hâlâ 9 yıl önceki argümanlarla konuştuklarını görüyorsunuz. Ama kendi aralarında daha çok anlaşmazlık var. Bunu engellemek için de bir tür dil değişikliğine gidiyorlar(…) “O dili kullanma, yeni bir dil kullanmaya başladık.” Onların doğru dili kullanmak için kendi aralarında yaptıkları tartışmaları izlemek çok eğlenceli. Mesela, artık “özelleştirme” yerine “kamu-özel sektör ortaklığı” diyorlar.”
3 – “Biz yönetimi değil işletmeyi özele devredeceğiz, limanlarda ve telefonda yönetim yine kamuda olacak, yani özelleştirme olmayacak” cümlesi de konuyu çarpıtan bir manipülasyon. Dünyada da pek çok örneği olduğu gibi, stratejik kurumlar söz konusu olduğunda (limanlar, havayolları, su, elektrik, demiryolları, ulaşım gibi), özelleştirme zaten yönetimin değil işletmenin özelleştirilmesi olarak gerçekleştiriliyor. Özelleştirme politikalarının en acı biçimde uygulandığı yerlerde dahi, stratejik kurumlarda, söz konusu olan yönetimin değil işletmenin özelleştirilmesi oluyor.
4 – “İhalaler sağlıklı ve şeffaf olacak, peşkeş yaşanmayacak” yaklaşımı ise, bir başka manipülasyon. Yukarda da belirtildiği gibi tek sorun yolsuzluk değil. Ayrıca özelleştirmeleri kötü yapan şey, hukuksuz olmaları değil, emek karşıtı olmaları. Yani özelleştirmenin gayet şeffaf, düzgün ihaleyle ve hukuki olarak yapıldığı yerlerde dahi, yukarıda saydığımız kötü sonuçlar ortaya çıkıyor. Hukukilik önemli olsa da, en önemli olan şey adalettir. Adil olmayan, halk aleyhine olan bir uygulamayı kurallara uyarak ve hukuki çerçeve içinde kalarak yaptığınızda, daha masum olmuyorsunuz. Naziler bile, yaptıkları onca kötülüğü, kendi yarattıkları hukuk düzeni içinde kurallara bağlı olarak yapmışlardı. Dahası, pek çok araştırma, neoliberal politikalar arttıkça ve toplumda sermaye güçleri hakim oldukça, yolsuzluğun daha da yaygınlaştığını gösteriyor. En son ortaya saçılan Panama Belgeleri, bunun en güzel örneğidir.
Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu