HALK OLMA HAKKI İNKAR EDİLMİŞ BİR HALKIN HAKLARI – MÜNÜR RAHVANCIOĞLU

Halk Olma Hakkı İnkar Edilmiş Bir Halkın Hakları*

 

Münür Rahvancıoğlu (1)

 

Kıbrıs’ta En Temel Hak İhlali: Kendi Kaderini Tayin Hakkı

Kıbrıs, Akdeniz’in doğusunda bulunan stratejik bir yeni-sömürgedir. Adanın bakır, pirit gibi yer altı ve narenciye, patates, tahıl gibi yer üstü ekonomik kaynakları ciddi bir değer taşısa da; tarih boyunca kaderine stratejik önemi yön vermiştir. Tarih boyunca istilalara uğrayan, dış güçler tarafından yönetilen ve kendi bağımsız gelişme dinamiklerine hükmedemeyen bir adadır Kıbrıs.

ABD, İngiltere (şimdilerde AB) gibi emperyalist yapıların tarihsel çıkarları; bu emperyalist güçlerin taşeronluğunu yapan Türkiye, Yunanistan gibi ülkelerin müdahaleleri ve Kıbrıslı Türk, Kıbrıslı Elen halklarının içindeki faşist, şövenist işbirlikçilerin çabaları sonucunda ada 1974 yılında fiili olarak ikiye bölünmüştür. Bugün bu bölünmüşlüğün sonucu olarak adanın kuzeyinde Kıbrıslı Türkler, güneyinde ise Kıbrıslı Elenler yaşamakta; her iki kesim de diğerinin “yasallığını” tanımamaktadır. Coğrafi bölünmüşlük fiili bir olgu olarak yaşam bulduğu halde uluslar arası hukuk bağlamında geçersiz kabul edilmekte ve Türkiye Kıbrıs’ta hukuki olarak işgalci pozisyonunda bulunmaktadır. Aslında işgal, adanın hem güneyi hem de kuzeyi için geçerlidir. Kıbrıs’ın güneyinde Yunanistan, kuzeyinde ise Türkiye; emperyalizm adına son söz hakkına sahiptirler. T.C. ve Yunanistan emperyalist güçlere sadece birer taşeron olarak hizmet vermekte; adanın kaderi emperyalizmin kolektif yönetimi altında bulunmaktadır. Bu sebeple Kıbrıs’ta temel nitelikteki sorun bağımsızlık sorunudur.

Kıbrıs’ın bağımsızlığı; adada yaşayan iki halkın (Kıbrıslı Elenler ve Kıbrıslı Türkler) ortak mücadelesi ile bağlantılı olarak sağlanabilir. Tarihsel olarak emperyalist güçler adayı bölmek için Kıbrıslı Türkleri ve Kıbrıslı Elenleri düşmanlaştırma (böl-yönet) siyasetini başarıyla uygulamışlardır. ABD yeni-sömürge siyaseti ile İngiliz klasik sömürge siyaseti arasındaki gerilimlerle de bağlantılı olarak, 1940’lı yılların ikinci yarısından başlayarak adanın Müslüman ve Hıristiyan ahalisi birbirine düşürülüp çatıştırılmış; yerli işbirlikçi güçler tarafından şöven bir siyasetin aracı kılınmışlardır. Bu tarihsel arka plan; ada halklarının güçlerini birleştirmesine ve gerek emperyalist güçler ve onların taşeronları karşısında gerekse de yerli işbirlikçi şövenistler karşısında birlik olmasına hala engel teşkil ediyor. Bu sebeple Kıbrıs’ın bağımsızlığının yolu bugün hiç olmadığı kadar Kıbrıs halklarının yeniden kardeşleştirilmesinden geçmektedir. Daha doğrusu Kıbrıs’ın bağımsızlığı ve Kıbrıs halklarının (yeniden) kardeşliği birbirinden ayrılamayacak derecede iç içe geçmiş olgular olarak önümüzde duruyor.

Yukarıda özet olarak ortaya konan çerçevenin ifade ettiği gerçek; Kıbrıs halklarının kendi coğrafyaları üzerinde söz, yetki, karar haklarına yani kendi kaderini tayin hakkına sahip olmadıklarıdır. Kıbrıs’ta kendi kaderini tayin hakkı her iki halk için de kabul edilmesi gereken bir haktır. Ancak adanın bağımsızlığının ve ada halklarının emperyalist tahakkümden kurtuluşunun yegane yolu yeniden kardeşleşmeden geçmektedir. Emperyalist güçlerin askeri, ekonomik ve siyasi gücü ile kıyaslandığı zaman; ne Kıbrıslı Türkler ne de Kıbrıslı Elenler yalnız başlarına ve bölünmüş bir halde bağımsız olamayacaklardır.

Adanın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslı Türkler açısından, 1974 sonrasında, kendi kaderini tayin hakkının karşısındaki öncelikli fiili engel Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Bağımsız bir devlet olduğu savlanan kktc’nin bir milli marşı yoktur. Polis, itfaiye ve Sivil Savunma Teşkilatı; sivil otoriteye değil askere, asker de T.C. Genel Kurmayına bağlıdır. T.C. Yardım Heyeti isimli kurum aracılığı ile kktc’nin tüm mali yapısı ve altyapı-üstyapı yatırımları T.C.’nin kontrolü altındadır. kktc’de Türk Lirası kullanıldığı gibi, kktc Merkez Bankası da T.C.’den atanan bürokratların yönetimindedir. kktc’de bulunan T.C. Elçiliği fiili hükümet konumundadır. Neredeyse tüm yasalar T.C. Elçiliğinin onayından geçer, bazı yasalar doğrudan T.C. Elçiliği’nde hazırlanır ve kktc Meclisi’nden geçmesi sadece bir prosedürden ibarettir.  T.C. Elçiliği bünyesinde var olan gölge bakanlar kurulu da denilebilecek birimler aracılığıyla, içişlerinden sosyal güvenliğe her konu hakkında sürekli olarak çalışmalar yürütülmektedir. Bunların dışında T.C. devletine doğrudan doğruya bağlı 40 bini aşkın askerden oluşan tam teçhizatlı bir ordu da kuzey coğrafyasının hatırı sayılır bir kısmını mutlak kontrolü altında tutmaktadır. Bunların yanında, seçimlere yapılan müdahaleler ve yerli işbirlikçilerden oluşan ciddi miktardaki sivil faşistin etkinliğinden ise söz etmeye bile değmez.

Kıbrıs’ı diğer yeni sömürge ülkelerden farklı kılan temel olgu, stratejik sömürge olmasıdır. Adanın stratejik önemi, sömürgeleştirilmesinin de esas sebebidir. Bu nedenle adada bizzat emperyalizm ve onun taşeronları tarafından nispi bir refah ortamı yaratılmıştır. Nispi refah Kıbrıslı Elenler için de geçerlidir. Ancak 1974’ten sonra özellikle kuzey coğrafyasında belirgin hale gelen nispi refah politikaları bağlamında, ada insanı üretimden koparılmıştır. Her türlü üretken sektörün devlet eli ile baltalandığı, üretmeden tüketmenin, tüccar kesiminin semirtilmesinin ve Kıbrıslı Türklerin kitleler halinde memur yazılmasının teşvik edildiği 25 yıldan sonra bugün bu durum değişmektedir. Değişim 2000’li yılların başından itibaren görünür hale gelmiştir. Türkiye’ye IMF, Dünya Bankası ve AB tarafından dayatılan neoliberal ekonomik açılımların Kıbrıs’a da yansıması sonucunda; nispi refah politikalarında ciddi bir gerileme yaşanmıştır. Türkiye’deki 2001 krizi Kıbrıs’ın kuzeyinde de ekonomik sıkıntıların doğmasına neden olunca dönemin UBP-TKP(2) hükümeti neoliberal önlemler paketini hızla yaşama geçirmeye çalışmışsa da sonuç tam bir toplumsal ayaklanma olmuştur. Ancak bu toplumsal ayaklanmayı seçim sandıklarına kanalize etmeyi başaran CTP(3) de 2003-2009 arası kurduğu hükümetlerde aynı neoliberal paketi yaşama geçirme girişimlerini devam ettirmiştir. UBP ve CTP her hükümet koltuğuna oturduklarında neo-liberal süreci diğerinin bıraktığı yerden devam ettirmektedir. Farklı partiler tarafından kesintisiz bir şekilde ilerletilmekte olan “önlemler”, aslında Dünya Bankası, IMF ve AB tarafından tüm yeni-sömürgelere dayatılan programın parçaları niteliğindedir ve toplamı bütünlüklü neoliberal programı oluşturmaktadır. T.C.’ye doğrudan bağımlı olan kuzey Kıbrıs’taki temel fark bu paketlerin T.C.’nin doğrudan kontrolü altında ve onun eliyle dayatılıyor olmasıdır.

 

25 Yılın Bilançosu: Direnişle Karşılaşmaksızın Gerileyen Haklar

1974 yılında adanın kuzeyi T.C. devletinin kontrolü altına geçtiğinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulu ekonomik altyapısının % 50’sinden fazlası da Kıbrıslı Türklere “savaş ganimeti” olarak kalmıştı. Bu altyapı hafif sanayi tesisleri, turistik yatırımlar ve en zengin tarımsal bölgeleri kapsayan ciddi bir potansiyeli içeriyordu. Ancak 1980’li yılların ilk yarısından itibaren her türlü üretken girişim bilinçli olarak baltalanarak ekonominin yapısı hizmet sektörüne doğru kaydırılmaya başlandı. Kısa sürede ekonomi Türkiye’den gelecek parasal yardımlar olmaksızın işleyemeyecek bir hale gelecekti.

Neredeyse tek istihdam alanı olarak ortaya çıkan devlette çalışan insan sayısı hızla artarken, devletin halka sunduğu hizmetler de teker teker ortadan kaldırılıyordu. Amaç açıkça nüfusu 200 bin’i geçmeyen Kıbrıslı Türkleri T.C.’nin maaşlı memurları haline getirmek, ancak üretken bir faaliyet içerisinde bulunmalarını da engelleyerek başkaldırma potansiyellerini sekteye uğratmaktı. Devletin elinde bulunan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nden kalmış içerisinde 40 fabrikayı da barındıran tüm hafif sanayi tesisleri, elden çıkarıldı. Bunların bir kısmı sökülerek taşındı ve Türkiye’de yeniden kuruldu. Bir kısmı da özel sektöre devredildi. Ancak sadece tüccarlardan oluşan özel sektör fabrikaların parçalarını satıp arazilerini kullanmakla yetindi.

Devlet ilk iş olarak eğitim, sağlık, toplu taşımacılık ve konut yapımından elini çekti. 1990’lı yılların başına kadar “sosyal konut” ismi altında devlet tarafından yapılan ve nüfusun bir bölümünün barınma ihtiyacını karşılayan yapılar bir daha görünmez oldu. Aynı dönemde, devletin bu hizmetini kendine örnek olarak alan Belediyeler de birçok konut inşaatına girişmişlerse de, neoliberal dönemde 1980’li yıllardan sonra devletle birlikte bu alandan çekildiler.

Toplu taşımacılık konusunda ise (Lefkoşa Türk Belediyesi’nin kısa süreli bir girişimi sayılmazsa) zaten kamusal hiçbir girişim olmamıştı. Ancak kamusal girişimin ortadan kalktığı konut yapımına özel sektör rağbet ederken, toplu taşımacılığa tam anlamıyla ilgisiz kalacaktı. Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde kişisel araba sahibi olmadan seyahat etmek mümkün değildir. Tek toplu taşıma araçları olan otobüsler neredeyse asla bulunamaz ve merkezi yerler dışında taksi bulmak dahi çok güçtür.

Sağlık alanında yaşanan dönüşüm zamana yayılımı açısından daha yavaş ama nitelik bakımından çok daha keskin oldu. Devlet hastanelerine hiçbir yatırım yapılmazken özel hastaneler kurulması için astronomik teşvikler sağlanmaya başlayınca, klinik düzeyini geçmeyen yapılar hastane olarak tescillendi. Bugün özel hastaneler neredeyse her köşe başını tutmuş durumdadır. Devlet kendi hastanelerine hiçbir yeni cihaz almazken özel hastanelerin her giderini teşvikler ve hibeler yolu ile desteklemektedir. Devlet hastanelerinde önceleri ücretsiz olan sağlık hizmeti; katkı payları, zorunlu bağışlar vb. birçok yöntemle yavaş yavaş paralı hale getirilirken, devletin vatandaşına ilaç sağlama görevi on yıla yakın bir zamandan beridir unutulmuş durumdadır. Devlet hastanelerinde temizlik, yemek ve güvenlik hizmetleri taşeron şirketlere devredilmiş durumdadır. Hiçbir zaman denetlenmeyen taşeron firmalar da asgari ücretin dahi altında işçi çalıştırmaktan çekinmemektedirler. 2007 yılında sağlık hizmetlerinin tamamen parasal ilişkiler ile belirlenmesini getirecek olan Genel Sağlık Sigortası’nın uygulanması girişimi başarısız olmuşsa da halen hükümetlerin gündemindedir.

Eğitimde örgütlenme oranlarının yüksekliği ve mücadeleci sendikaların varlığı nedeniyle dönüşüm biraz daha farklı bir seyir izlemektedir. Okullarda temizlik hizmetleri hala devletin çalışanları tarafından yapılıyor ve özel güvenlik şirketlerinin okullara girişine dair bazı girişimler olsa da henüz kapsamlı bir dönüşüme cesaret edilemiyor. Ancak devlet okullarına neredeyse hiçbir katkıda bulunulmaması nedeniyle okullar, bilet satışları, gayrı resmi kayıt harçları ve zorunlu bağışlar yolu ile parasal ilişkilerin yuvası haline gelmiş durumda. Gene de ücretsiz eğitim hakkının hala ayakta olduğunu söylemek mümkün. Sadece araç-gereç, bina, altyapı, hizmet içi eğitim, ders saatleri gibi konularda devletin bilinçli ilgisizliği eğitimin niteliğini tartışmalı hale getirmekte. Devlet okullarının özelleştirilmesi çabası en ciddi karşılığını 2008 yılında CTP hükümeti döneminde buldu ve Şht. Ertuğrul İlkokulu OGEM adı verilen pilot bir proje ile yarı özel hale getirildi. Okul kendi nam ve hesabına piyasadan öğretmen istihdam etti, öğrencilere sağladığını iddia ettiği hizmetler karşılığında para talep etmeye başladı. Ancak ilkokul öğretmenlerinin %99’unu örgütlemiş olan KTÖS(4), bu proje ile dişe diş bir kavgaya girişerek yayılmasını engelleyebildi. Diğer yandan devlet okullarına giremeyen sermayenin özel okullar aracılığı ile “pastadan pay kapma” çabası devam ediyor. Devletin sonu gelmez hibeleri ve teşvikleri sayesinde kamusal okullara verilmeyen paraların “girişimcilere” aktarılmasıyla eğitimde parasal ilişkiler öncelikle üniversitelerde yaygınlık kazandı. Kuzey Kıbrıs bugün tam bir özel üniversite cenneti haline geldi. Hatta Türkiye’de parasal açılım geliştiremeyen ODTÜ, İTÜ gibi üniversiteler Kıbrıs’ın kuzeyine paralı kampüsler açtılar. Halen de yeni üniversiteler, yeni kampüsler açılmaya devam ediyor. Şimdi üniversiteler aracılığı ile ilk ve orta öğretim hatta okul öncesi eğitim alanında özel yatırımlar geniş bir kabul görmüş durumda. Bunun sonucu olarak, bugün Kıbrıs’ta zorunlu eğitim çağındaki nüfusun en az üçte biri özel okullara devam ediyor.

Çalışma hakkı Kıbrıs’ta neredeyse hiçbir zaman bir hak olarak görülmedi. Hakim anlayışa göre; çalışmak işçilerin ihtiyacı, (özel sektör veya devlet düzeyindeki) egemenlerin ise işçilere sunduğu bir lütuf olarak görüldü. Kamuda sendikalaşma yaygın durumda. Fakat yasal olmasına rağmen, özel sektörde hiçbir sendika örgütlü değil. Kendini özel sektörde örgütlü sayan birkaç sendika da ya KİT’lerde ya da belediyelerde örgütlenmiş durumda. Adada özel işverenlerin iş yerlerinde örgütlü tek bir işçi bile bulunmamakta. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, özel sektörde işçi sağlığı, iş güvenliği, iş garantisi, makul mesai saatleri, fazla mesai ödeneği, önceden ihbar edilerek işten durma gibi hakların hiçbirine rastlanamaz. Birçok örnekte asgari ücret kuralına bile uyulmadığı gözlemlenebilir. Bu sebeplerle Kıbrıslı Türkler ya sendikal hakların bulunduğu kamu işyerlerinde ya da yurtdışında çalışmayı tercih etmekteler. 2003 yılında kapıların açılması ile birlikte ciddi miktarda Kıbrıslı Türk de güneyde çalışmaya başladı. Özel sektörde çalışanların üçte ikisini de Türkiye’den gelen göçmen işçiler oluşturuyor.

Göçmen işçiler çok yönlü bir yabancı düşmanlığının basıncı ve yabancı bir ülkede sadece para biriktirmek hedefinin etkisi ile bugüne kadar (bir iki istisna dışında) herhangi bir hak mücadelesinin öznesi olmadılar. Bilinçli ve örgütlü bir girişim gündeme gelmezse, bu tablo değişmeyecek gibi görünüyor. Özellikle sağlık, barınma ve eğitim konularında tamamen insanlık dışı koşullarda bulunan göçmen işçiler; sözde ilerici Kıbrıslılık yaklaşımının kurbanları durumundadırlar. Sendikalar bu kesimi örgütlemeyi açıkça reddederken, hatırı sayılır bir kesim de bu işçilere işgalci muamelesi yapmaktadır. 2008 yılında sessiz sedasız geçirilen bir yasa ile göçmen işçilerin emekli ikramiyeleri de kaldırılmış olmasına rağmen devrimcisinden, milliyetçisine hiçbir kesimden basın bildirisi düzeyinde bile tepki gelmemiş olması şöven histerinin boyutunu gösterir niteliktedir. Egemenlere bu da yetmemiş halen hazırlamakta oldukları Serbest Bölge Yasası aracılığı ile asgari ücret zorunluluğunun olmadığı, sendikalaşmanın yasak olduğu bölgeler yaratma hedefi doğrultusunda çalışmalar devam etmektedir. Bugün göçmen işçiler, aileleri ile birlikte 100 bini kişiyi (reel nüfusun yaklaşık 1/5’i ) aşkın bir kitle olmalarına rağmen eğitimden, çalışma yaşamına her alanda en alttaki kesimi temsil etmekte, asgari ücretin altında maaş almakta ve son olarak emekli olma hakkına sahip olsalar da ikramiye hakkına sahip olmadan çalışmaktadırlar. Ancak Kıbrıs’ta herhangi bir hak mücadelesinin mutlaka dikkate alması gereken bir kesim olarak göçmen işçiler, sadece Türk milliyetçisi kesimlerin (o da hakları bağlamında değil faşizmin kitle tabanı olarak) ilgi alanına girmektedirler.

Çok büyük bir çoğunluğu kamuda çalışan Kıbrıslı Türkler yaklaşık 6 yıldır neoliberal uygulamaların kamudaki çalışma yaşamına yansımalarından etkilenmeye başladılar. Bu henüz patlayıcı bir tepkinin birikmesine yeterli olmayacak bir süre olmasına rağmen; egemenlerin az zamanda çok iş başardıklarını söyleyebiliriz. 2007 yılında yürürlüğe giren Sosyal Güvenlik Yasası ile kamu çalışanlarının emeklilik yaşı arttırılıp, kadınların yıpranma payının kaldırılması; artık sıranın kamu emekçilerine geldiğini gösteriyordu. 2009 yılında Kıbrıs için ciddi sayılabilecek bir direniş ve çatışma sonucunda hükümet tarafından geçirilen yeni yasa ise kamuda toplu sözleşme ile hak ilerletilmesini tamamen ortadan kaldırıyor. Üstelik kamuya yeni başlayacak personel şimdiki maaşların yarısı ile yetinmek durumunda kalacak. Egemenler için uygun olacak ilk fırsatta yasanın kapsamının genişletilip bu ücret düşüşü uygulamasının tüm kamu emekçilerine yöneltilmek isteneceği kolaylıkla tahmin edilebilir.

Kamuda kadrolu istihdam giderek istisna haline geliyor. Bugün sendikaların dahi bilmediği farklılıkta istihdam biçimleri kamusal alanı kuşatmış durumda. Sözleşmeli, geçici, hizmet alımı, taşeron vb. onlarca istihdam biçimi var ve bu çalışanlardan sadece kadrolu olanlar kendilerini sendikalaşacak veya sendikal eylemlere destek verecek güvence altında hissediyorlar. Üstelik kamuda örgütlü sendikalar kadrolu çalışanlar dışındakileri örgütlemek konusunda herhangi bir açılım geliştirme niyetinden çok uzaktalar. Kamu çalışanlarının örgütlü bulunduğu sendikalar, hizmet alımı ile istihdam edilenleri, geçici ve sözleşmeli personeli üye yazmazken, öğretmen sendikaları özel okullarda örgütlenmeye yönelik bir bakış açısına sahip değiller.

 

Emek Cephesinde Durum

Kamusal haklar mevcut durumuna doğru gerilerken emek cephesinden hiçbir direniş gelmediğini söyleyemeyiz. Özellikle kamusal eğitimin tasfiyesi ve kamuda çalışan iş gücünün güvencesizleştirilmesine yönelik saldırılarda, tepkisel de olsa Kıbrıs için önemli direniş deneyimleri yaşanmıştır. Her iki başlıkta da direnişin önderliğini yapan güç KTÖS’tür.

2005 yılında kamusal öğretmen yetiştirme uygulamalarının sona erdirilmesi talebiyle eyleme geçen Yakın Doğu Üniversitesi isimli özel okul, karşısında AÖA Öğrencileri(5) ve KTÖS’ü bulmuştur. Meclis önünde çadır kuran ve devletin ilkokul öğretmeni yetiştirmekten vazgeçerek bu alanı sermayeye devretmesini talep eden YDÜ isimli özel üniversitenin öğrencileri, CTP’ye muhaliflik adına “sosyalistinden” faşistine istisnasız tüm kesimlerden destek görebilmişlerdir. Ancak Baraka’nın itirazları ve AÖA öğrencileri ile birlikte karşı çadır kurma girişimleri; KTÖS tarafından da desteklenince; özel üniversitenin talebinin “özgürlük” değil “özelleştirme” demek olduğu da netleşmiş ve emek güçlerinin ayılması sonucu 2005 yılında püskürtülebilmiştir. Ancak AÖA’nın kapatılarak devletin öğretmen yetiştirmekten vazgeçmesi bir hedefi olarak egemenlerin ajandasında durmaya hala devam ediyor. Buna yönelik en güncel girişim ise 2010 yılı nisan ayında UBP hükümeti tarafından CTP’nin başlattığı işin bitirilmesi çabası oldu. YDÜ ile bir protokol imzalayan UBP, AÖA’nın kapatılmasının yolunu böylece açtı. Tam beş yıl sonra, KTÖS ve Baraka’nın destelediği AÖA öğrencileri bu kez çok daha ciddi bir eylemlilik sürecine girdiler. AÖA’nın 80 yıllık tarihinde ilk kez bir öğrenci boykotu gündeme gelirken, öğrenciler otuz günlük boykot sırasında Lefkoşa’nın en merkezi noktasına kurulan çadırlarda on dört gün sabahladılar. CTP’nin hükümette olduğu dönemden farklı olarak bu kez neredeyse tüm muhalefetin destek verdiği AÖA Direnişi, kesin bir kazanımla sonuçlanmamış da olsa egemenlerin girişimlerini bir kez daha ertelemesine neden oldu. AÖA sürecini sürükleyen üç unsur (KTÖS, AÖA, Baraka) kamuda çalışan iş gücünün güvencesizleştirilmesi içerikli Sosyal Güvenlik Yasası(2007) ve Göç Yasası(2009) süreçlerinde de fiili bir ittifak içerisindedirler ve neoliberal saldırıya direnişin en uzlaşmaz kanadını oluşturmaktadırlar. Ancak bu ittifak planlı, bilinçli ve örgütlü bir ittifak olmanın ötesinde parçalı, tepkisel ve fiili bir ittifaktır. Özellikle Sosyal Güvenlik Yasası’na karşı Türkiye’de ilerleyen süreçten de ders çıkaran Baraka tarafından 2006 yılı içinde yapılan tüm çağrılara rağmen, hükümetteki CTP’nin böylesi bir yasayı geçirmeyeceğine inanan (KTÖS dahil) tüm sendikaların uzun süre sessiz kalması, bu durumun göstergesidir. Haziran 2007’de yasanın geçeceğinin belli olması üzerine, temmuz ayına kadar ciddi bir seferberliğe girilse de bu yeterli olmamıştır. Ancak örgütler bu deneyimi Göç Yasası sürecine taşımayı bilmişler, 2008 yılı içinde toplumsal muhalefetin baskısı sonucu yasayı geçiremeyen CTP, 2009 yılında hükümet koltuğunu (yasayı geçirmeyeceğine dair sendikalara yazılı güvence veren) UBP’ye devretmiştir. UBP’nin ise ilk icraatı Göç Yasası’nın geçirilmesi için gerekli yasal prosedürü başlatmak olmuştur. Göç Yasası’na karşı yürütülen direniş, Kıbrıslı Türklerin tarihinde meşru, fiili ve militan direnişin ciddi örnekleri arasında sayılmayı hak edecek denli önemlidir. Hantal sendikal bürokrasileri zorlayan bir dinamizm, genç emekçilerin katılımının yüksekliği, yaratıcı ve fiili eylemlerin yaygınlığı, kitlesel eylemlerde polisin güç kullanımına rağmen kararlılık gösterilmesi gibi olgular, eylemlilikte çıtanın yükselmekte olduğunun da göstergesidir. Bunlara rağmen çiçeği burnunda UBP hükümeti; Kıbrıs tarihinde bir ilk olan kalkanlı, silahlı polislerin kitlelere gaz bombası ile saldırıları ve 16 eylemcinin tutuklanarak 32 eylemciye dava açılması gibi yöntemleri de kullanıp yasayı geçirmiştir.

2010 yılında ise Kıbrıs Türk Hava Yollarının tasfiyesi gündeme gelmiştir. Buna karşı Hava-Sen’in klasik sendikal anlayış ile sınırlı yürüttüğü mücadele yöntemleri hiçbir sonuç vermemiştir. Sendikaların toplu olarak gerçekleştirdiği bir iki mitinge de ciddi bir katılım olmamıştır. Bugün KTHY tamamen tasfiye olurken ilk kez kısmi değil top yekun bir özelleştirme örneği de yaratılmış oluyor. KTHY’nin ardından gelen ikinci darbe ise mevcut çalışanların ve emeklilerin (yani maaş çeken herkesin) ücretlerinde gerçekleştirilen düşüş oldu. Her başını kaldırdığında darbe yiyen sendikalar, maaş kesintilerine neredeyse hiçbir tepki vermediler. Çalışma saatlerinin arttırılması, Grev ve Referandum Yasası’nın değiştirilerek grev hakkının kısıtlanması, Dernekler Yasası’nın değiştirilerek dernek kurmanın devletin tam kontrolüne geçmesi gündemdedir. Bundan da öte sabit hatların ve ADSL hizmetlerinin tamamı demek olan telefonda ve en önemli üretim kalemini oluşturan elektrikte özelleştirme bekklenmektedir.

Buna rağmen Kıbrıs’ta yaşanan birçok örnekte mevcut bölünmüşlük ve Kıbrıslı Elenlere yönelik şöven propagandanın etkisi gibi nedenlerle; “Barış Mücadelesi” adına neoliberal saldırıya direniş ikinci plana alınmaktadır. Öyle ki emek güçleri kendilerini “barış güçleri” olarak adlandıracak kadar emeğe yabancılaşıp, barışı “savunan” sermaye kesimleri ve neoliberal dayatmaların merkezi AB-ABD ile dahi işbirliği yapacak noktaya gerileyebilmişlerdir.

Sol partiler ve sendikalar arasında yaygın kabul gören bir teze göre; “Kıbrıs’ta barış olduğu zaman, hele hele bu barış AB çatısı altında gerçekleştiği zaman yukarda sayılan tüm olumsuzluklar son bulacaktır. Barış ile birlikte Kıbrıslı Türkler kendilerini sosyal refah devletinin zirvesinde bulacak, ulaşım, barınma, eğitim, sağlık, iş güvencesi gibi sorunlar bir anda yok olacaktır. Bu yüzden barışın olması ile zaten çözülecek olan bu meselelerle boğuşmak yerine barış için mücadele etmek daha zekicedir.” Burada amacımız bu tez ile tartışmak değildir. Zaten dünyadaki süreçlerin biraz olsun farkında olan her iyi niyetli insan, böylesi bir hayalin gerçek dışılığını rahatlıkla görebilir. Yapmaya çalıştığımız; emeğe yönelen tüm saldırılara rağmen, anlamlı bir direniş birikiminin yaratılamamasının hangi mantıktan kaynaklandığını izah etmektir. Bu tezi savunanlar Kıbrıslı Türklerin bir halk için en temel hak olan kendi kaderlerini tayin etme hakkından mahrum bırakıldığını; söz, yeki ve kararları dışında yürütülen saldırıların da kendi kaderini tayin sorunu çözülmeden geriletilemeyeceğini düşünmekte ve kendilerince ana sorun olan irade sorununun çözülmesine çalışmaktadırlar.  Ancak emekçi kesimler içinden ve emekçi kesimlerin somut sorunlarından hareket etmeyen her pratik gibi bu soyut “barış pratiği” de sol liberal bir mecraya doğru kaymaktadır.

“Uluslar arası hukuk, AB Normları, hukuki mücadele, yasal hareket etmek” gibi ön kabullerin gerçek kazanımlar elde edebilmek açısından temel bir yol olamayacağı özellikle kuzey Kıbrıs koşullarında defalarca kanıtlanmıştır. Çözüm, meşru, fiili ve militan bir direnişin içinde büyüyecek yeni bir emekçi hareketliliği üzerinden geliştirilecektir. Güncel neoliberal saldırı dalgası göçmen kesimler, eğitim ve sağlık hakkı gasp edilen halk kesimleri, güvencesizleştirilen kamu çalışanları ve zaten güvencesiz durumda bulunan özel sektör çalışanları içinde ciddi bir huzursuzluk kaynağıdır. Bu kesimleri emek eksenli bir direniş çizgisinde birleştirecek yeni tarz örgütlülüklerin oluşturulmasının koşulları bir süredir Kıbrıs’ta olgunlaşmaktadır. Emeğe yönelik güncel saldırıyı, güncel biçimlerine uygun olarak karşılayacak bir politik hat, kendi kaderini tayin sorununun çözümüne yönelik olarak iç dinamikleri harekete geçirebilecek yegane güç olacaktır. Kısacası Kıbrıs’ta emeğin kurtuluşu barış mücadelesine değil; barışın gerçekleşmesi emeğin kurtuluşuna bağlıdır.

 

* Bu yazı ilk kez Notabene Yayınları tarafından hazırlanan “Hak Mücadeleleri” isimli kitapta yayınlanmıştır.

 

(1) Baraka aktivisti ve Kıbrıslı Türk Devrimci Hareketi (Kalkedon Yayınları, 2009) isimli kitabın yazarı.

(2) UBP: Ulusal Birlik Partisi, Denktaş tarafından kurdurulmuş merkez sağ (Türk Milliyetçisi) bir partidir. UBP içerisinde faşist unsurları da barındırmakta, zaman zaman önemli mevkilere taşımaktadır. TKP: Toplumcu Kurtuluş Partisi, merkez sol (sosyal demokrat) nitelikli bir parti idi. 1986 yılına kadar içerisinde devrimci unsurlara da yer veren TKP bu tarihten sonra köklü bir tasfiye operasyonu ile ulusal sol politikalar izlemeye başladı. 2003 yılında, ulusalcı politikaların kısmi bir özeleştirisi ile kapanan parti kadrolarının büyük çoğunluğu halen TDP’de (Toplumcu Demokrasi Partisi) faaliyet yürütmektedir.

(3) CTP: Cumhuriyetçi Türk Partisi, 1970 yılında Denktaş’a muhalif bir grup demokrat tarafından kuruldu. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’deki TKP (İGD) çizgisi tarafından ele geçirildi. 1990’lardan sonra SSCB’nin yıkılması ile birlikte AB-ABD eksenli bir liberalleşme dönemi yaşadı. Bugün hükümet dönemlerinde neoliberal, muhalefet dönemlerinde sol liberal bir siyasal çizgi izlemektedir.

(4) KTÖS: Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası, 1968 yılında kurulmuş ve ilkokul öğretmenlerinin %99’unun üyesi olduğu bir sendikadır. KTÖS kurulduğu yıllardan itibaren egemenlerle sürekli çatışma içerisinde olmuş; ilerici, devrimci unsurlarla ise her zaman yakın ilişkiler geliştirmiş demokrat bir yapıya sahiptir.

(5) AÖA: Atatürk Öğretmen Akademisi, İngiliz Sömürge Yönetimi zamanından beridir Kıbrıs’ta kamusal imkanlarla ilkokul öğretmeni yetiştiren bir eğitim kurumudur.

 

Be the first to comment

Leave a Reply