Bir güvenlik yasası hazırlandı ve bakanları kurulundan meclise gönderildi. Yasa ile muhbirlik resmileşiyor ve polis muhbirlerine para ödeme hakkına sahip oluyor. Ayrıca örgütler içine sızacak ajanlar ortaya çıkıyor, telefon dinlemeleri ve teknik takip yapma hakkı polise veriliyor. Peki, böyle bir yasa hangi zeminle geldi, nereden çıktı, ne gibi sonuçlar bizi bekliyor gelin birlikte tarihte geriye doğru bir yolculukla bakalım.
Yasa ortaya çıkmadan çok değil 1 hafta öncesine bir bakalım önce. Lefkoşa’dan, İskele ’ye kadar yapılan asılsız bomba ihbarları, bomba yüklü bir aracın sınırdan Kıbrıs’ın kuzeyine geçtiği asılsız haberinin yayılması ve son olarak Omorfo’da buluna havan mermisi. Açıkçası, asılsız ihbarların son dönem Ankara ve İstanbul’da gerçekleşen bombalı saldırılardan kaynaklı bir paranoyadan kaynaklanmış olma ihtimali olabilirdi. Fakat Omorfo’da bulunan havan mermisi işin rengini değiştiriyor. Şunu belirtelim havan mermisi bombalı saldırı yapmak için kullanılamaz. Az biraz askeri bilgisi olan herkesin malumu olacaktır bu. Yine de durum absürt; bu havan mermisini oraya kim bıraktı? Olay örgüsü bulunan havan ile birleştirince kim değil ama ne için sorusuna cevap buluyoruz; bir korkunun sonucu değil, toplumda bir korku ve güvenlik paranoyası yaratmanın çabasını görüyoruz karşımızda.
“Kim” sorusunun cevabı için ise 9 ay kadar öncesine ve biraz uzağa gidelim. 7 Haziran 2015’te Türkiye’de 14 yıllık bir iktidar demokratik olarak yıkıldı; AKP, hükümet kuracak çoğunluğu elde edemedi. Ardından ise Türkiye en karanlık değişimlerinden birini yaşamaya başladı. 80 darbesini yaşamış ve şu anda Güneydoğu’da doktorluk yapan bir solcu dostum durumu şu şekilde ifade etmişti: “80 darbesi sonrası tankların paletlerinin seslerini sokakta duymuştuk, şu an ise sokaklarda tankların bombalarının sesleri yankılanıyor”. 7 Haziran sonrası cemaatlerin, liberallerin ve “ılımlı” İslamcıların ittifakı olan AKP yıkılmış oldu, yerini ise etnik Türk milliyetçileri ile radikal İslamcıların ittifakı olan bir AKP aldı. Ankara’da tek bir patlamada 100’ün üzerinde solcu ve Kürt’ün öldürüldüğü, Güneydoğu’da asker ve özel harekât polisleri ile halkın üzerine yüründüğü bir dönem başladı. Artık halktan “ekonomiyi güçlendirmek, demokrasi getirmek” için değil, “solcu ve Kürt teröristlere karşı güvenlik sağlamak, ülkenin bütünlüğünü korumak ” için destek isteyen bir AKP var. Kürt ve Türk halkları arasında yaratılacak etnik bir savaşın Türk tarafının liderliğine soyunan, yaratılan korku üzerinden iktidarı hedefleyen bir AKP. 1 Kasım seçimleri işte tam da bu halkın korku tarafından esir alınışını işaret eder. Böylesi temeller üzerine şekillenen yeni AKP’nin iktidarda kalabilmesinin koşulu da bu korkunun, kutuplaşmanın ve savaşın sürmesidir. Türkiye’de yaşanan bu değişimlerin Kıbrıs’a etki etmeyeceğini düşünmek naif bir düşünce olur. Fakat her ne kadar Türkiye’yi yakından takip etsek de, aynı kutuplaşma sadece Türkiye’de yaşananları görmemiz üzerinden bizde yaşanmayacaktı. Bu korkunun Kıbrıs’ın kuzeyinde de hissedilmesi gerekmekteydi. Sanırım “kim” sorusunun cevabı buradan ortaya çıkıyor.
Son olarak biraz daha geçmişe giderek bizleri bekleyebilecek tehlikeli sonuçlara bir bakalım. 1950’lerden, 70’lere kadar Kıbrıs korku ile yönetilmiştir; komşunun seni öldürebileceğinin korkusu. Ne için, hangi güçlerce yaratıldıklarından bağımsız olarak bu korku insanların iki etnik milliyetçi yapıya katılımlarını sağlamıştır: TMT ve EOKA’ya. Tüm sınıfsal ve sömürü ilişkilerini görünmez kılarak egemenler için hüküm sürme fırsatı yaratmış binlerce masumun ölümü ile sonuçlanmıştır. Bir muhbirlik yasası, yaratılan suni korku ile birleşince “acaba solcu komşum terörist mi”, “acaba komşum olan göçmenler Kürt terörist mi” sorusunu ve ihbarlarını yaratma tehlikesini taşır. İnsanlar önce korkar, sonra ise bu nefrete dönüşür. Bu nefret ise karşısındakinden de nefreti yaratır. Ardından ise kutuplaşma ve daha fazlası. Bu nefretin sunduğu zemin ise iktidarlara dikensiz bir gül bahçesi yaratma fırsatı tanır; Can Dündar’ların terörist olarak tutuklanması, aydınların ve solcuların takibe alınması, bazı kesimlerin linç edilmesi fırsatını. Tüm bu tehlikelere karşı suni korkulara gelmeden, yaşananların kaynağını da görerek karşısında durma hepimizin görevidir. Brecht’in de dediği gibi “faşizme karşı birleşmeyenler faşizmin zindanlarında buluşur”.
Mustafa Keleşzade
Bağımsızlık Yolu