Günümüz endüstriyel futbolunda en çok söylenen sözlerden bir tanesi de ‘futbolun sadece bir oyun’ olduğudur. Böyle bir sözün söylenmesindeki amaç genelde iki takımın karşılıklı maç yapmasından sonra veya maç sırasında taraftarların veya futbolcuların neden olduğu tartışmalardan dolayı ortaya çıkan kötü, hoş olmayan ve şiddet içeren olaylardır. Peki futbol gerçekten de sadece bir oyun mudur? Daha doğrusu futbolun sadece takımların yapmış olduğu pahalı transferlerden, takımlardaki teknik direktör değişikliklerinden, maç sonrası pozisyonlar hakkında programlarda saatlerce yapılan tartışmalardan ibaret olduğu mu düşünülür? Tabii ki futbol sadece bir oyun değildir, bir oyundan da ötesidir.
***
Yukarda sorduğum sorulara en güzel cevap ‘Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’ kitabının yazarı Simon Kuper tarafından verilmiştir diye düşünüyorum. Ona göre eğer futbol dediğimiz oyun milyonlarca insan için önemli ve evrensel bir hâl almışsa onu sadece oyun olarak görmememiz gerekmektedir. Kitaba ismini veren aforizmayı anlamaya ve sorgulamaya çalıştığımızda, bu ifadeyi, futbolun asla sadece futboldan ibaret olmadığını, futbolun yalnızca saha içerisinde oynanan bir oyun olmadığını, tam aksine yaşamın, kamusal ve politik alanın bir parçası olduğunu, bu bağlamda yaşamdan soyutlanamayacağını anlatmaya çalışan bir söz öbeği olarak görmemiz mümkün olur. Futbolun asla ve sadece futbol olmadığını anladığımız zaman futbolun bir oyundan çok ‘oyun içinde oyunlar oynanan bir oyun’ olarak düşündüğümüzde, futbolla toplumun nasıl uyutulduğunu, ötekileştirildiğini, milli duygularının istismar edildiğini görebiliriz.
***
Toplumun nasıl uyutulduğuna verilebilecek en güzel örnek şu şekildedir:
António de Oliveira Salazar’a (1933-1974 yılları arasında Portekiz’in sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi hayatını kontrol eden milliyetçi, fazlasıyla tutucu, gelenekçi ve katı muhafazakâr kimiğiyle tanınan diktatör) yıllar sonra yapılan bir röportajda şu soru sorulmustur: “Portekiz gibi bir ülkeyi 41 yıl tek başınıza nasıl yönettiniz?” Bu soruya verdiği cevap hafif bir tebessüm ile ‘Tres F’ yani ‘3F’ olmuştur.
Futbolun kitleleri yönlendirmedeki en etkin araçlardan birisi olduğunu sadece Salazar görmemişti.
İspanyol diktatör Franco da futbolun kitleleri yönlendirmede üstün gücüne inanan politikacılardan birisiydi.
Peki nedir bu ‘3F’?
3F: Fado (arabesk tarzı müzik), Fatima (din) ve Football (futbol). 3F’deki din unsurunun yerini zamanla Portekiz dışındaki ülkeler “Fiesta” yani eğlence unsuru ile yorumlamıştırlar.
Bir diktatörün ülkeyi yönettiği üç mekanizmadan biri olarak futbolu görmesi elbette ki tesadüf değil. Futbol, geçmişte de bugün de ve kuvvetle muhtemel yarın da siyasetle iç içe olacak olgulardan biridir. Toplumu uyutmak için en önemli yöntemde futbol olduğu için gerekli olan en önemli unsurlardan bir tanesi de stadyumlardır. Stadyumlar adeta bir uyku tulumu gibi toplumları siyasi olaylardan uzaklaştırmakta, tepki vermelerini önlemeye ve onların ‘apolitik’ birer insan olarak dönüştürülmesine yardımcı olmaktadır.
Tabii ki sadece tek taraftan bakmak ve futbolu olumsuz olarak yorumlamak ya da yönetim mekanizması olarak görmek de çok doğru değildir. Önemli olan ne taraftan ya da hangi açıdan futbola baktığımızdır. Örneğin, futbola ideolojik açıdan baktığımızda hem bir kapitalisti hem de bir sosyalisti güzelliğiyle ve ilginçliğiyle kendisine çekebilir, ama onları tek başına kapitalist ya da sosyalist yapmaz. Aynı şekilde bir sosyalistle bir kapitalistin aynı futbola baktıkları zaman algılayacakları şey de farklı olacaktır. Mesela, bir kulübün yaptığı yeni bir stadyum, bir taraf için artan rantla beraber yükselecek bilet ücretleri ve işçi sınıfından taraftarların artık o stadyuma giremeyecek olmasıdır; diğer taraf için ise daha konforlu bir maç izleme deneyimi, kulübün kasasına giren para ve alınacak pahalı futbolcular anlamına gelir.
Yukarda da bahsettiğim gibi olumsuz yönlerin dışında aktif, toplumsal olaylarda farkındalık yaratabilen, pozitif anlamda reaksiyon gösteren futbol takımları da mutlaka bulunmaktadır ve bu futbol takımları genellikle sol ideolojiye yakın ve işçi takımlarının kurduğu futbol takımlarıdır. Örnek olarak gösterebileceğimiz birkaç örnek şu şekildedir: Almanya’da Hamburg’un bir kasabası olan St. Pauli, Fransa’da Marsilya, İngiltere’de Liverpool, İspanya’da Rayo Vallecano, Arjantin’de Boca Juniors, İtalya’da Livorno, Türkiye’de Adana Demirspor, Ukrayna’da FK Dinamo Kyiv, Kıbrıs’ta Omonia vb.
Bahsetmiş olduğum takımların hepsi ayrı ayrı önemli ama benim için en önemlisi olarak düşündüğüm St. Pauli’dir.
Yazımı bitirmeden önce kısaca bahsedecek olursak devrimci taraftar grubu denilince akla gelen ilk takım benim için St. Pauli’dir ve Hamburg’un St. Pauli mahallesinin de dünyaca ünlü olmasının en önemli sebebidir. Anarşist ve bohem ruhlu bir mahalleden böyle bir taraftar grubunun çıkması sürpriz değil aslında. Kendilerini anti-faşist ve anti-seksist olarak tanımlayan taraftar grubuna sahip St. Pauli’nin kulüp başkanının da bir eşcinsel olduğunu hatırlatalım. Futbolun ataerkil damardan beslendiğini sananlara atılan bu gol için kendilerine minnettarız. Onların ne denli ‘sıradışı’ olduklarının bir örneği de, 2007’ye kadar endüstriyel futbolun bir icadı olarak gördükleri elektronik skorboard’a direnmeleri olmuştur. Takım bu tarihe kadar sahasında attığı goller için elle değiştirilen tabela kullanmıştır. Taraftar profili tamamen sol görüşlü olup bir işsizin de banka müdürüyle birlikte yan yana bira içerek maç izleyebildiği bir kulüptür St.Pauli.
Son olarak St. Pauli, Almanya’da ve muhtemelen dünyada, stadında koca koca “Faşizm bir düşünce değil, bir suçtur” yazısını bulunduran bir takımdır!
Yazımı bitirmeden önce Sunay Akın’ın bu durumu çok güzel anlatan bir benzetmesini alıntı yapmak istedim:
“.. Gezgin bir delikanlı bir arkadaşıyla dünyayı gezerken annesine bir kart atıyor. Annesini de çok seviyor. Nerede olduğunu yazdıktan sonra “Anneciğim” diyor kartta “Paramız bitiyor, önümüzde bir liman kenti var, bir hafta sonra o limandan kalkan bir gemiyle geri döneceğim”. Annesi, oğlu gelecek diye çok mutlu oluyor. Bir hafta sonra, oğlu yerine gene postacı kart getiriyor. Annesinin açtığı kartta delikanlı neden geç kaldığını anlatıyor “Anne, o liman kentine geldim ama burada bir futbol turnuvası vardı. Arkadaşımla ben varoşlardaki çocuklarla beraber bir takım kurduk. Kazanana çok büyük bir para ödülü veriyorlardı. Finale çıktık, arkadaşım golü attı, 1-0 öne geçtik. Son dakikada hakem bizim aleyhimize penaltı verdi. Ben kaleciydim anne; ve oğlun o penaltıyı kurtardı. Bizi bekleme, gelmiyoruz!” O penaltı gol olsaydı delikanlı geri dönecekti. O Penaltı gol olsaydı ‘Küba’ diye bir yer olmaycaktı. O delikanlının adı Ernesto Che Guevara’ydı. Latin Amerika’nın direnişi bir penaltıyla başlar aslında…” Ve tarihin en önemli penaltısı olarak da nitelendirilir.
Durum bu şekilde olunca esas meselenin aslında taraftarların statlara hangi amaçla ve ne gibi bir tutkuyla gittikleridir. Daha doğrusu stadyumların uyku tulumu durumundan çıkmasına sebep olan takımlar da vardır. Yani futbol, evet bir oyundur ama bazen de bir oyundan fazlasıdır ve göründüğü kadar basit değildir ve asla basit olmayacaktır.
‘Futbol sadece basit bir oyun değildir, futbol devrimin silahıdır.’ Che
Toprak Günebakan
Bağımsızlık Yolu Üyesi