Fırtına çıktı. Fırtına geldi. Fırtına vurdu.
Dalgalar kıyıya çarptı; kar dağa, yağmur şehre düştü.
Kimsenin ilgisini çekmedi başka olaylar…
Ne Kıbrıs sorunu (ki o çoktandır kimsenin ilgisini çekmiyor)
Ne bütçe görüşmeleri, ne kurultaylar, hatta elektrik zammı bile…
Fırtına vardı sadece, herkes kocaman kocaman dalgaları bekledi…
Belki kimse inanmadı 12 metre dalganın gelip kıyıları yutacağına…
Ama herkes yine de içten içte, belki de kendisine bile söyleyemeden bekledi durdu işte…
Bugüne dek olmayan bir vaka, birçoğumuza olağanüstü bir durummuş gibi geldi. Onu öyle kılan da bugüne dek olmayan bir vaka olması idi. Olsaydı!
Bunun olma olasılığına bile garip bir alaycılıkla yaklaştık toplum olarak. Hani olmaz ama olsa da ‘alem’ olur gibisinden.
Olağanın dışındaki olaylarda nefes alıyormuşuz da olağanın kendisinden vazgeçemiyoruz işte…
*
Dışarıda fırtına var. Rüzgar uğulduyor. Kahve içerken birden bire dejavu oluyor insan. Yazı dağılıyor, sözcükler bilgisayar ekranından masaya düşüyor… Topla toplayabilirsen… Bir fırtına da onları vuruyor, dağıtıyor odanın içine kelimeleri. Kelimler şimdi duvarlara yapışmış anlamsız şekiller oluşturuyorlar, cümle bile değiller. Halbuki ne zordur şimdi cümle kurmak öyle fırtına da gelip vurmuşken, rüzgar yürümeni engelliyorken ve sen bundan hoşlanırken… Ne zordur dudaklarını kıpırdatarak anlamlı bir şeyler söylemek. Sen belki söylersin ama rüzgar esecek, duvarlara nasıl yapıştırdıysa kelimeleri, ağzından çıkan sesleri de öyle alıp dağıtacak, belki sallanan ağaçların dallarına takılacak, şansı yoksa eğer uğultuları ve hareketleri içinde kaybolup gidecekler fırtınanın.
Dışarıda fırtına var iyi güzel de… Bugün, bilemedin yarın dinecek. Üşüyecek. Kazaklar giyeceğiz, çaylar içeceğiz de ısınacağız. Eric Satie’nin Gnossiennes 1’i çalacak. Kitaplar açılacak Oğuz Atay mesela ve sayfalar çevrilecek. Belki her bir satırında kitabın, her bir tınısında Gnossiennes’in yeni bir dejavu olacak an. An’ın içine dolacak rüzgarlar… Hangi kazağı geçirsem içime üşümem? Bilemedim. Şizofrenik haller getiriyor dalgalar, hangi odasına girsem bir ‘ben’le karşılaşıyorum ‘sen kimsin’ diye soran. Cevaplarda kayboluyorum, sorular en azından bir yol döşüyor önüme… Ben en fazla tökezliyorum.
Kişi kendi olduğunu sanarken kendini kaybedendir, ‘tamamdır’ derken her fırtınada kendinden kopandır. Kişi tamamdır dememeli. Çünkü fırtına var.
*
Fırtına bu esecek yağacak gürleyecek. Sonra durulacak, duracak. Sokaklar sanki o rüzgarların şiddeti uğuldamamış gibi olacak. Sanki hiç yağmur yağmamış, bulutlar kaplamamış gibi gökyüzünü. Yani öyle bir anda parlayan, parlayınca da sanki durdurulamayacakmış gibi gözüken bir şey işte… Kaldı ki durdurulamıyor da zaten. Parlaması geçince kendi kendine duruyor, duruluyor.
Ne çok benziyoruz biz de toplum olarak bir fırtınaya. Şahlanıyoruz bazı bazı; bazı bazı durduramıyorlar bizi. Ama biz kendi kendimizi durduruyoruz, parlayıp sönerek her seferinde… Bugün rüzgarlı yağmurlu hatta dalga boyu 12-13 metreyizdir. Yarın kıyıyı bile dövemeyecek kadar yokuzdur. Esemeyecek kadar, yağamayacak kadarızdır… Ama biz varızdır sanırız. Gerçekten ne zaman varızdır, durduğumuzda durulduğumuzda değil de, fırtına olup tüm sokaklar denizlere aktığında varızdır. Bunu ancak akarak anlarız, durarak değil…
*
Arif hoca bu dünyadan gideli 1 yıl oldu tam. O hep fırtınalar ekti. Hiç durmadı. Durursa düşerdi, o bunu biliyordu. Ölüm bile onu düşüremedi. Çünkü onun ektiği fırtınalara, bizlerin ekeceği fırtınalar karışacak.
Ama ilkin orman olmak lazım.
Hasan Yıkıcı
Baraka Aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.