“Bir sosyal grubun politik kültürünün şekillenmesinde o grubun özdeğerini nereden, nasıl ve ne derecede sağlayabildiğini ve yeniden üretebildiğini anlamak çok önemlidir.” diyor bir yazısında Klinik Psikolog Murat Paker. Bu tespitten hareketle şu soruyu sorabiliriz: “Geçen günlerde Mağusa’daki bayrak eylemi davasında tekrar meydana çıkan ve tüm politik söylemi üç slogandan ibaret, tüm politik eylemliliği sözel ve fiziksel şiddet olan Türk faşistler bu özgüveni nereden, nasıl ve ne derecede alıyorlar?”.
Öncelikle Kıbrıs’ın kuzeyinde faşist odakların her daim Türkiye’yle dirsek temasında olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Tıpkı Kıbrıs’ın güneyinde Elen faşizminin Yunanistan’la her daim temasta olması gibi. Bu temas pek tabii ki “büyük ulusun değerli parçası” olma algısını güçlendirmek için yapılıyor. Yani Kıbrıs’ın iki yarısındaki faşist unsurlar şişirilmiş (dolayısıyla aslında var olmayan) benlik saygılarını, mitlerden ve resmi tarihten beslenen narsisistik (kendini aşırı değerli görme, başkalarını kendinden aşağı görme) ulus algısına borçlular. Türk faşistler özelinde bu narsisistik ulus algısının, parçalanan Osmanlı İmparatorluğu’nun sonucunda oluşan çökmüş toplumsal özdeğeri telafi etmek için yaratıldığı bilinen bir gerçek. Murat Paker bu telafinin şu yollarla hayata geçirildiğini söylüyor: “…çöküşün müsebbibi olarak görülen etnik, dinsel ve dilsel çeşitliliğin bastırılıp / kesilip Türklük üzerinden tektipçi bir yapıya geçilmesi; Türk milliyetçiliği üzerinden büyüklenmeci bir Türk mitolojisi yaratılması; her farklılığa ve muhalif akıma yönelik paranoid bir kuşkuculuk ve buna bağlı baskı-şiddet.”. Türkiye’de bu telafi yolunun bir devlet politikası haline geldiğini tüm TC tarihi gösteriyor. Bunun yanında makro düzeyde meydana gelen bu değişimin, mikro düzeyde her türden insan etkileşimini (Kadın-Erkek / Türk-Kürt / Patron-İşçi/ Heteroseksüel-Homoseksüel / (AK)Partili-Muhalif vs.) bir tür zorba-kurban ilişkisine dönüştürdüğünü de belirtmekte fayda var.
Kıbrıs’ın kuzeyinde ise faşizmin özellikle TMT kurulduktan sonra baskı, kontrol ve sindirme aracı olarak kullanıldığı biliniyor. Bu dönemde “Türkçe konuş”, “Türkten Türke” gibi kampanyalar toplumu tektipleştirmeye çalışırken, devrimcilere, ilericilere ve sendikacılara yapılan saldırılar da muhalifleri yok etme amacı taşıyordu. Daha sonra Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na dönüşen TMT özellikle Denktaş döneminde hem askeri hem de sivil yollardan Kıbrıslı Türkler üzerinde faşizm rüzgarları estirmeye devam etti. Sınır eylemlerinde öldürülen Elenler, Kutlu Adalı cinayeti, siyasi davalar, muhalif görüşlerinden dolayı iş bulamayan, işinden olan, sürülen, işyeri zorbalığına maruz kalan binlerce insan bu döneme damgasını vurdu. AKP sonrası dönem ise askeri faşizmin etkisinin nispeten azaldığı, yeni Osmanlıcılık üzerinden sivil faşizmin hortladığı/hortlatıldığı dönem olarak anılmaya başlandı. Bugün her fırsatta meydana çıkan faşistlerin özgüvenlerini besleyen işte bu ortamdır. Ve unutulmamalıdır ki post-modernlerin ve liberal solcuların milliyetçilik-faşizm çizgisinin siyasi yelpazede yer alması gerektiğini, bunun bir siyasi özgürlük olduğunu vurgulaması, sol! bir partinin meclis başkanı olarak görev yapan Sibel Siber’in yanıbaşında ülkücülerle ve ellerinde hediye çiçeklerle poz vermesi de faşistlere istedikleri psikolojik ve fiili hareket alanını sağlamaktadır. Bunun da ötesinde Kıbrıs’ın kuzeyindeki kumarhane ve gece kulüplerinin açıktan mafya bağlantılarının bulunduğunu, bu mafyatik ağın ise çok büyük oranda Türk faşistlerden oluştuğunu sağır sultan bile bilmektedir. Tüm bu sayılanlar faşizmin ekonomi-politik düzlemde tekrar ve tekrar üretilmesini sağlamaktadır.
Evet bugün faşistler olmaması gereken bir özgüvene sahiptir. Ancak bu özgüvenin soldaki pasifist eğilimlerle de ilişkili olduğunu belirtmek gerekmektedir. Sosyal medya faşizme sövme ve katarsis (duygusal boşalım) yaşama için son derece güvenli ve steril bir ortam sağlamakta, var olan pasifizmi beslemektedir. Bunun da ötesinde “Şiddet şiddettir” retoriğiyle faşizme karşı şiddet içermeyen demokratik ve sivil toplumcu yöntemlerin kullanılmasının öğütlenmesi de faşistlerin özgüvenlerini artırıcı sol pasifist tutumlar olarak ortaya çıkmaktadır. Görünen odur ki faşizmin ekonomik ve sosyal olarak beslendiği ortamlar ortadan kaldırılmadığı, faşist odakları ve unsurları oluşturan dernekler/örgütler kapatılmadığı, faşizmin bir insanlık suçu olduğu ve bu bağlamda faşizmle her türlü mücadelenin meşru olduğu kabul edilmediği sürece faşistler her fırsatta saldırmaya devam edeceklerdir.
Fatih Bayraktar