Market çıkışlarında, birinin elinde kamera diğerinin elinde mikrofonla size yaklaşan ve “Sadece birkaç dakikanızı alıp bir şey sormak istiyordum.” diyen kişilere rastlamışsınızdır. Hatta bunların çoğu sizi cesaretlendirmek veya gaza getirmek için olsa gerek, “Kadınlar kameralara konuşmakta daha cesurdur.” gibi beylik laflar da ederler. Ben de geçen haftalarda tam böyle bir hadiseyle karşılaşmış ve “Vakıflar İdaresi ve faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusunu cevaplamak durumunda kalmıştım. Sonuç, benim de sunucunun da hazırlıksız yakalandığımız ve birbirimizin ezberini bozduğumuz uzun bir söyleşiye dönüşmüştü. Vakıflar’ın mallarını doğru şekilde ve halkın yararına yönetemediği, hatta son dönemlerde gerici derneklere verdiği; gerçekten iyi insanların desteğiyle “iyilik” adı altında yürüttüğü projelerin kısa vadede birilerine yardım ediyor gibi görünse de uzun vadede iyilikten çok sadaka kültürüne ve toplumun genelinin kötülüğüne hizmet ettiği; Türkiye’nin en gerici kesimlerinin yönlendirmesiyle yönetilen Vakıflar’ın güzel kavramlar altında bu topraklarda yobazlığı yaymaya çalıştığı; Kıbrıslı Türk halkının bu değerli ve köklü kurumunun ülkemizin seçilmiş yönetimlerince müdahale edilerek halkın yararına kullanılması gerektiği şeklinde verdiğim yanıtlar muhtemelen programda yayımlanmamıştır. Ama bu market önü röportajı, benim Vakıflar hakkında düşünmeme, araştırmama ve algımın açık olmasına vesile olmuştu.
Başlangıçta Osmanlı kökenli olan, sonraları İngiliz sömürge yönetiminin söz sahibi olup kendine sadık Müslüman liderler ortaya çıkarmak için bir araç olarak gördüğü Vakıflar, 1950’lerden itibaren Kıbrıslı Türklere iade edilmiş. Mallarını nasıl yönettiği, hükümet yandaşlarına menfaat sağlaması gibi başlıklarla tartışılan bu kurum, son yıllardaysa cami avlusuna çocuk parkı yapılması, tarihi Kumarcılar Hanı’nın isminin sakıncalı bulunarak değiştirilmesi gibi dini siyasete alet eden konularla da gündeme geliyor. Türkiye’nin gerici politikalarını ülkemizde uygulamaya çalışmakla da malul olan Vakıfların Yasası’na göre Başkanı ve Yönetim Kurulunun Başbakan tarafından önerilip Bakanlar Kurulunca (yani hükümetçe) atandığını, yine Bakanlar Kurulunca kendilerine direktif verilebileceğini ve Başkan ve Yönetim Kurulu üyelerin hükümetçe görevden alınabileceğini de bilmekte fayda var.
Şimdi gelelim evkafın kitap meselesine… Bir kaç gün önce basından öğrendik ki Vakıflar, Yunus Emre Enstitüsü ve Türk Tarih Kurumu ile birlikte “Hala Sultan Kitap Günleri” adı altında bir etkinlik düzenliyor. Bu etkinliğe Türkiye’den 40 yayınevi, onlarca yazar ve binlerce kitap geliyor. Aslında ne kadar masum ve hatta güzel duyuluyor gençlerin, okurların kitaplarla buluşması, Lefkoşa’nın tarihi bir meydanın kitap kokması… Ama ne yazık ki burnumuz, pek de hoş olmayan başka kokular da alıyor. Kitapların satır aralarında hangi ideolojinin propagandasının yapılacağını öngörmek zor değil. Bunun yanı sıra ülkemiz kitabevleri ve yayıncıları, haklı olarak tepki gösteriyor ve kendilerinin, bırakın davet edilmek bilgileri bile olmayan bu etkinlik hakkında sorular soruyor:
1) Etkinliğe tamamı Türkiye’den katılacak yayınevleri ve dağıtımcılara Kıbrıs’a getirecekleri kitaplar için bizlere uygulanan ithalatçı izni zorunluğu ve KDV uygulaması uygulanacak mı?
2) Kitapların ülkemize girişlerinde bizlerin ödemesi gereken taşımacılık ücretleri etkinlik için Kıbrıs’a gelecek yayınevleri ve dağıtımcılar tarafından ödenecek mi?
3) Etkinlik sonunda satılamamış olan kitaplar ne olacak? Bizlerin yüzleştiği tekrar taşıma maliyetini ödeyerek geri gönderme durumunda kalacaklar mı?
4) Eğer bahsi geçen harcamalar devlet veya halkın kaynakları ile faaliyet yürüten Vakıflar tarafından karşılanacaksa, bu durum Kıbrıs’ın kuzeyinde faaliyet yürüten kitabevleri ve yayıncılar ile haksız rekabet ortamı yaratmıyor mu?
5) Etkinlikte vergi dairemizde kaydı dahi olmayan yayıncıların ve dağıtımcıların satış yapacak olması, satışın vergisinin kaybı ile kamuyu zarara uğratmak anlamına gelmez mi?
6) Vakıflar İdaresinin ve yönetimin önceliğinin buradaki kitabevleri ve yayıncıların faaliyetlerini sürdürebilmeleri ve böylece edebiyatımızın, tarih bilincimizin, kültürümüzün ve ada yarımızda üretimin geliştirilmesi olması gerekmez mi?
Özellikle son soru çok önemli. Çünkü bir halkın, hele ki Kıbrıslı Türk halkı gibi var oluş mücadelesini kültürel olarak da ortaya koymaya çabalayan bir halkın var olabilmesi, asimilasyona ve dayatmalara direnebilmesi, düşünsel, bilimsel ve sanatsal üretimlerle mümkündür. Bu üretimlere kıymet verilip katkı sağlanması gerekirken, bu toplumun yazarlarını,yayınevlerini, kitapla direnenlerini görmezden gelmek, üreterek var olma mücadelesine karşı bilinçli bir yok etme tavrıdır. Bu tavrın ortağı ise sadece etkinliği düzenleyenler değil, Vakıflar İdaresinin böyle bir perspektifle yönetilmesine izin veren ve göz yuman hükümetlerdir de.
Market önü söyleşisindeki fikrimi tekrarlayacak olursam; Kıbrıslı Türk halkının bu değerli ve köklü kurumunun ülkemizin seçilmiş yönetimlerince müdahale edilerek, derhal halkın yararına kullanılması acil bir görevdir.
Nazen Şansal
Baraka aktivisti