-“Adam beni tımarhanede bir deli ilan etti. Bir memleketin başbakanına…Evet, polise ben şikayet ettim. Onun, beni deli ilan etme hakkı yoktur.”
Muazzam komik bir dille yazılmış olan mizahi bir oyunun başlangıcına harika bir replik bıraktınız Ersen Bey. Tebrik ederim. Daha acıklısı şu ki, bu oyunda başrolde Senih Çavuşoğlu değil, siz varsınız. Fakat mizah böyledir işte. Genelde karakola gideni değil de “bir memleketin başbakanına” diyeni komik bulur. Sizi, komik bir oyunun baş karakteri yapan esas şey ise (ki komik bir ülkenin başbakanı da olabilirdiniz, bir de böyle düşününüz.) ısrarla ve kahkaha attıracak bir tonda “Evet, polise ben şikayet ettim” demenizdir. İnanın, o kadar da kırıcı bir insan değilim. “Evet, polise ben şikayet ettim” demeseydiniz başrolü size vermezdim. Ama yine durmadınız, çünkü şakacı bir insandınız: “Onun, beni deli ilan etme hakkı yoktur” dediniz ve ışıkları yaktınız. Merhaba Ersen Bey. Sahnedesiniz. Oyununuz başladı. Lütfen devam edin.
Mizahın hiçbir suçu olmadığı halde karakola yine mizah götürülmüştür. Tam da buradan başlamalıyız zira mizah mağdur haldedir. Mağdur olan oyunumuzun baş karakteri değildir. (kimi yerlerde başbakan). Işıkları kapatın lütfen. Söyleyeceklerimiz var.
Neden mizah durmadan karakola götürülmektedir? Mizah neden erk tarafından katiyetle sevilmemektedir? Mizahtan niye akıllı uslu aklı başında olması beklenmektedir? Ve tarih boyunca mizah neden karakola götürülmüş tutuklanmış hatta sürgün edilmiş ve hatta yasaklanmıştır? Hayır, komiği biz yapmıyoruz kardeşim, ondan diyorum. (Adamın çizdiği karikatür mü komik yoksa baş karakterin repliği mi? (yineliyorum, bazı yerlerde başbakan) Sorun şu olabilir mi? Karikatüre hoşgörü ile yaklaşıp bir gülümseme ile geçilmiş olsaydı ortada sadece komik bir karikatür olacaktı. Ya da sizin nazarınızda komik olmayabilirdi de. Hakkınız var buna. O zaman da kötü şaka deyip geçecektiniz. Fakat Ersen Beylerin repliği, birden durumu komik bir karikatür olmaktan çıkarmış, mizah yapmıştır. Burada mizahı yapan, artık Senih Beyin karikatürü değil, Ersen Beyin ta kendisidir. Keşke, en azından polislerimiz birazcık mizah bilselerdi.
İnsanı diğer canlılardan ayırt eden en önemli özelliklerden biri olan gülme, mizahın çıkış noktasıdır. Gülme eylemine bir tür rahatlama ya da yoğun bir enerji boşalımı da denilebilir. Mizahın var olabilmesi için komik olana, yani gülmeye ihtiyacı vardır. Aziz Nesin, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı adlı kitabında mizahın gülmeyle olan ilintisini şöyle açıklar: “Bütün dillerde, sözcükler mizahı, birbirinden çok az ayrımlı olarak anlatsalar da şu anlayışta hep birleşirler. Mizahta gülme vardır, gülme olmayan bir şey mizah olamaz. Mizahın kökeninde gülmeden başka bir şey aramak doğru olmaz. Ancak bu gülmenin oranı, kasıkları çatlayıncaya kadar katılırcasına gülmekten, bıyık altından gülmeye, gülümsemeye, belli belirsiz gülmeye, gözlerinin içi gülmeye, dıştan hiç belli etmeden içten gülmeye dek değişir; ama hepsi de mizahın kapsamı içine giren, mizahın konusu olan gülmedir(..)”
Peki, öyleyse, nedir gülme? İnsanlar neden güler? İnsanlar gülerken, Ersen Bey neden “Adam beni tımarhanede bir deli ilan etti. Bir memleketin başbakanına…Evet, polise ben şikayet ettim. Onun, beni deli ilan etme hakkı yoktur.” dedi. Barry Sanders, Kahkahanın Zaferi adlı kitabında gülmeyi şöyle bir isteğe bağlar: “Birçok gülüşün kökeni bu Neanderthal örneğindeki gibidir. Ani bir neden ya da dil sürçmesinin yol açtığı beklenmedik, anlık şaşkınlık, bunun birçok nedenden ötürü bizi eğlendirmesi. İlk olarak, tökezleyen ya da kekeleyen kişi, olağan olanı yepyeni bir yolla göstererek bizi şaşırtır. Tökezleyen kişi, yürümenin gramerini görmemizi sağlar; tıpkı kekemenin konuşmanın gramerini görmemizi sağladığı gibi. Bir bakıma, ikisi de günlük hayatta birer veri olarak aldığımız şeyleri elimizden çekip alıverirler. Ani bir kopuşla tökezleyen kişi günlük etkinliğin akışını kesintiye uğratır.”
Gülmeye yol açan şeyin, yapının dışına istenmeden, bir kusur olarak çıkılması olduğu söylenebilir. Dolayısıyla gülebilmek için de yapıyı bilmek gereklidir. Bu noktada “Komik; zekaya, sırf zekaya hitap eder” diyen kuramcı Bergson’la aynı görüşü paylaşmamak da mümkün değil. Bergson’a göre, gülme eylemi yalnızca insana özgüdür. İnsanlık dışında hiçbir şey gülünç değildir. İnsanın bir hayvana, bir eşyaya ya da başka bir şeye gülmesi bile gülünen şeyin insani özellikler taşımasında, insana benzemesinde yatar. Bergson şöyle der “Yalnız insan güler ve insan yalnız insana güler; insandan başka bir şey gülmüşse, onda insana benzerlik gördüğü için gülmüştür. Gülen de, gülünen de, güldüren de hep insandır.”
Gülünç olanın, kendi gülünçlüğünün farkında olmaması gerektiğini belirten (Burada sizden bahsediyor Ersen Bey) Bergson’a göre gülmenin yankıya ihtiyacı vardır. Karşılık bulması ve çoğalması gereken bir eylemdir bu. (Senih Bey burada da sizden bahsediyor) Bu noktada kısaca, insanla ilgili ve yankıya ihtiyaç duyan bir edim olarak gülmenin toplumsal bir olgu olduğu söylenebilir. Toplumsal bir olgu olması için mizahı karakola götürmenize gerek yoktu Sayın Başbakan. (Bazı yerlerde baş karakter olduğu da söylenebilir.)
Sevda Şener, Yaşamın Kırılma Noktasında Dram Sanatı adlı kitabında gülme eyleminin diğerini cezalandırma edimindeki bu etkin gücünden ve bir silaha dönüşmesinden şöyle söz eder: “Gülerek cezalandırma toplum için tehlike oluşturan durumlarda ortaya çıkar. Toplumsal düzeni olduğu kadar doğal düzeni tehdit eden davranışlarda alaya alma yolu ile saf dışı edilir. (…) Komedya ise bu görevi, kusurluyu, yanlış yapanı alaya alarak, ona gülerek yerine getirir. Moliere, insanoğlunun en çok alay edilmekten korktuğunu söyleyerek en etkin cezalandırma biçimi olduğunu kabul etmiştir. (Asla böyle şeyler düşünmediğinizi adımız gibi biliyoruz Ersen Bey. Bakınız, karakol kayıtları.)
En önemli mizah araçlarından biri olan karikatür sanatının ilk isminin caricare, yani hücum etmek olması gülmedeki saldırganlık düşüncesini destekler. Bu bilgilerden hareketle, gülmenin bir çeşit sağaltım yöntemi olduğu söylenebilir. (Biz karikatür çizelim, mizah yapalım derken, siz karakollara hücum edin, bizi şikayet edin demiyoruz tabi.)
Gelelim en önemli noktaya. Biz sahnenin ışıklarını kapatıyoruz. Siz karakolun bütün ışıklarını açın. Başlıyoruz. Bireysel sağaltmaya yarayan gülme, elbette toplumsal sağaltıma da yaramaktadır. Bir tür rahatlama, bunun yanı sıra saldırma, eleştirme işlevini görür gülme. Bir başka deyişle, saldırarak rahatlama. Birçok dinde, bazı dönemlerde gülme yasaklanmaya ya da sınırlandırılmaya çalışılmıştır. O yüzden gülme ikiye ayrılır. Birincisi soyluların yaptığı soylu espriler ve onların yol açtığı gülme, ikincisi ise ayaktakımının yaptığı şakalar ve onların yol açtığı gülme. Bu noktada alaylı şakanın bir tür hareket olduğu tezi doğrudur. Gülmek her ne kadar bir güç belirtisi olsa da, aslında, güçsüzlerin silahıdır. Bir anlamda muhalefetin silahıdır gülme. Dolayısıyla da erk sahibi tarafından denetim altında tutulması gereklidir her zaman.
Aziz Nesin Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı adlı kitabında şöyle der:” Yaşam çatışmasında yenik düşen insanın gülmesi, bir üstünlük elde etme silahıdır. Toplumda egemen sınıflar bu üstünlüğü özdeksel ve somut olarak ellerine geçirmiş olduklarına göre, ezilen, sömürülen, yani yenik düşen sınıf, egemen sınıfa karşı başka türlü ve gerçek üstünlük elde edemeyince, gülmeceyi onlara karşı bir üstün gelme silahı olarak kullanmaktadır. Bu tür gülmece, güçsüzlerin, güçlüye karşı kullandıkları sosyal ve politik üstün gelme silahıdır.”
Güçlülerin kurduğu sisteme gülme yoluyla karşı çıkar güçsüz olan. Bunu da “ciddi” ve “ağırbaşlı” günlük hayatın kurallarını bozarak gerçekleştirir. Barry Sanders konuyla ilgili şöyle der: “İyi ama yalnızca şaşırtıcı bir hareket ya da durmadan, özellikle bu hareket ya da durum bir başkasının acısından kaynaklanıyorsa, neden böylesine derin bir sevinç duyuyoruz?(…) Tarih boyunca gülmeye ilişkin hemen her tartışmada gündemde olan sorun bu. Sorunun çetrefilliği bir yana, yanıtı da biraz tedirgin edici: Tökezleyen ya da topallayan kişinin açığa çıkardığı şeye gülüyoruz. Bu noktada, alaycı gülmenin üçüncü ve en önemli nedenine geldiğimizde, yetki konumundaki insanların gülmeyi neden o kadar incitici ve tehdit edici bir şey olarak gördüklerini anlamaya başlayabiliriz. Süreklilik ve ritim edimlerini ihlal etmekle, hem tökezleyen kişi, hem de topal çok daha temel bir şeyi ihlal ederler: Hepimizin yaşamlarını sıkı sıkıya kuşatan uygar davranışın güçlü ve kalıcı ağını… Bütün kurallar, yasalar ve düzenlemeler, bütün bir eğitim sistemi –her şey gözümüzün önünde ayrışıp dağılıverir.”
Gülme bir sağaltım yöntemiyse, mizah, insanın kendi kendini sağaltmasının sanat biçimine ulaşmış halidir. Yukarıda değindiğimiz bu saldırgan eylemin sanat haline dönüştüğü nokta olan mizah da aynı özelliği devam ettirir. Eleştiri, iğneleme, alay mizahın içinde yer alır. Ancak bütün bu saldırgan yapısına karşın mizahta hoşgörü kavramı da yerini alır. Gülmenin muzip ve çocuksu yıkıcılığı, olgun bir hoşgörüyle dengelenir. Tan Oral bu noktada mizahı şöyle tanımlar: Mizah, insanlar yaşarken, değişen ve değiştirdikleri dünya karşısında ve kendi aralarında ve kendi uyumsuzluk, engeller, zorlama, aldatma vb. nedenlerde ortaya çıkan çatışmalarda, gücü o an için yetmeyenlerin çatışmada yenilmemek için ortaya koyduğu bir tepki biçimidir. Bu bir öç alma olduğu kadar, bir hoşgörülü kışkırtma eylemidir de. Onun için öfke ve neşe iç içedir onda. Mizah hoşgörüyü kışkırtmazsa şiddetle karşılaşır. Mizahın sınırı, şiddetin sınırı ile eştir üstelik. Mizahın bittiği yerde şiddet başlar.”
Mizah, bir tür şiddete karşı koyma yöntemidir. Bu, salt fiziksel şiddet değildir. Yok sayma, hor görme, dışlama, psikolojik şiddet gibi bütün şiddet çeşitlerini kapsayan bir anlamda düşünülmelidir. Toplumsal dönüşümler ya da kargaşalar zamanında, yoğun baskı durumlarında mizah iyice sivrilir. İktidar için dizginlenmesi gereken bir güçtür artık. Yıkıcı, küçük düşürücü, tehlikeli bir güç. Mizahçı, korkunun en yoğun hissedildiği, egemen sınıfın gücü elinde tuttuğu, diğer insanlarınsa gündelik yaşama saplanıp kalmak zorunda oldukları zamanlarda diğerlerini yermekle işe başlar. Sessizliği, eylemsizliği, korkunun hüküm sürdüğü buhranı ve bunalımlı durumu açığa çıkarmaya çalışır. Karşısındaki büyük gücü bir mizah malzemesi olarak ele alıp onun büyüklüğünü yıpratır, kutsallığını ve eleştiri tanımazlığını ortadan kaldırır.
Aziz Nesin, Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı adlı kitabında konuyla ilgili şöyle der: “Halkın, ister kendi ulusunun egemen sınıfına, ister istilacı yabancılara karşı başkaldırdığı, savaşa girdiği evrelerde artık gülmecenin geniş olarak yeri yoktur. Ne zaman halk savaş gücünü yitirip yenik düşer, kendisini ezenlerden korkmaya başlarsa, o zaman yoğun olarak gülmece silahını eline alır ve bu koşulda gülmece yayılma ortamı bulur.”
Ferit Öngören, Cumhuriyetin 75. Yılında serisinden çıkan Türk Mizahı ve Hicvi kitabında mizahın öğelerini mantık, görüntü ve toplumsal ilişki olarak belirler. Mizahta mantık, yapıyı, dizimi, ritmi bozma mantığıdır. Yan yana gelmeyecekmiş gibi duran iki birimin yan yana gelmesiyle oluşan bir mantıktır. Tersinden bakan, farklı bir yerden bakan, olmazı veya imkânsızı gerçekleştiren, birleşmezi birleştiren bir mantıktır söz ettiği…
Yani, sizin anlamakta güçlük çektiğiniz, “Adam beni tımarhanede bir deli ilan etti.(…) Onun, beni deli ilan etme hakkı yoktur.” dediğiniz yerde başlıyor mizah. Hiç mi Nasreddin Hoca okumadınız? Biz, Nasreddin Hoca eşeğe düz binse, oturduğumuz kahvenin önünden geçse, telaşla ayağa kalkar, ne oldu diye sorarız. Siz, göle maya çalan Nasreddin Hoca’yla ilgili ne düşünüyorsunuz acaba? Korkarak sanıyorum ki, böyle bir manzara ile karşılaşsanız hemen polise şikayet ederdiniz. Kazanın doğurduğu hikayesine hiç girmek istemiyorum. Fakat bin dokuz yüz seksen üç yılında doğurduğunuz kazanın birden çok kere kazan doğurduğuna ve ne hikmetse o kazanın hep sizin evde piştiğine “birazcık da bize verin” dediğimizde kazanın öldüğüne inanmamızı istiyorsunuz ama? Bence, mizah budur. Bence mizah, mizah yapmamaktadır ve karakola götürülmesi gereken kesinlikle karikatür değildir. Mizah, repliklerinizde acı çekmektedir ve çok büyük mağduriyet yaşamaktadır.
Şahane repliği ile birden muazzam bir oyunun baş karakteri olan Ersen Bey (bazı yerlerde başbakan) bilmelidir ki mizah eşeğe ters biner. Mizah, deli gömleği giydirir. Evet evet. Bir memleketin başbakanına hatta. Mizah, hiçbir sebep yokken, belki de tamamen can sıkıntısından göle maya çalar. Mizah, kazan doğurur, daha doğduğuna inanacak zamanın yokken pat diye kazan öldürür. Pişkindir, utanmazdır. Mahallenin sümüklü çocuğudur. Bir de utanmadan “kazan nasıl öldü diye sorarsan” pat diye yapıştırır cevabı. Terbiyesizdir. Had bilmezdir. En sevmediği cümle “bir memleketin başbakanına” diye başlayan cümlelerdir. Tam da orada, hiç de hoşunuza gitmeyecek o şakayı yapmak zorundadır. Mizah, fena halde zorundadır Ersen Bey. Sizin siyaset yapma zorunluluğunuzdan daha zorunlu bir işlevdir bu. Ve ne yazık ki mizah çoğu zaman daha elverişli daha zorunlu ve daha işlevseldir.
Müjdat Gezen, Papirüs Dergisi’nde Eşeğin Suyuna Gidilmemeli adlı yazısında durumla ilgili şöyle şahane bir tespit yapar: “Mizah terslikten çıkar. O nedenle eşeğin suyuna gitmek yerine eşeği suya götürmek ve gerekirse susuz getirmek gerekir.”
Ferit Öngören, Türk Mizahı ve Hicvi kitabında karikatürün geçmişine baktığımızda şu iki mizah öğesinin karşımıza çıktığını söyler: “İnsanın yüz ya da gövde orantılarını olağan dışı büyütmek ve küçültmekle alışılmadık görüntüler elde etmek. İkincisi ise; bir insanın başı ile sözgelimi bir kuş ya da at gövdesini birleştirerek, olmadık iki sınıfı bir araya getiren önermeler.”
Şimdi bir kere daha düşünelim. Karakola götürülmesi gereken karikatür müydü?
Bu mizahi oyunu siz başlattınız Ersen Bey. Sahnenin ışıklarını kapatıp karakolun ışıklarını siz açtınız. Üzgünüm, karakola götürülen de mizah değildir. Mizahın yeri daima sahnenin ışıklarıdır. Ayrıca, hatırlatmak isterim ki, tarih boyunca mizahı karakola şikayet eden, kapısına polis getiren, tutuklatan, yasaklayan herkes karakolun ışıkları söndüğü andan itibaren karanlığa gömülmüşlerdir. Hayır. Karakolun karanlığına değil. Tarihin karanlığına. Ama mizah öyle değildir. Her zaman sahnededir, insanla birliktedir ve her zaman aydınlıktadır. Misal, Aziz Nesin çok karakola düşmüştür, yanında muhakkak bir dilim mizahı ile birlikte, fakat her defasında sahnenin aydınlığında ışıldayan hep Aziz Nesin olmuştur.
Ünlü oyun yazarı Bernard Shaw ile İngiltere’nin Başbakanı Churchill’in meşhur hikayesini duymuşsunuzdur. Bernard Shaw bir gün, tiyatronun ilk gecesi için, Churchill’e iki davetiye gönderir ve yanına şöyle bir not düşer:
-Size iki davetiye gönderiyorum…Oyunuma bir dostunuzu da alıp gelebilirsiniz…Tabii, bir dostunuz varsa…
Churchill, elbette, “Adam, kimsenin beni sevmediğini ilan etti. Hem de bir memleketinin başbakanına. Evet. Polislere ben haber verdim. Oyunun oynanmasını yasakladım” demedi tabi… Churchill, karakolun ışıklarının değil de sahnenin ışıklarının yanmasını istediği için şöyle yanıt verdi:
– Çok üzgünüm…O gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu seyretmeye gelmeyeceğim… Fakat ikinci gece gelebilirim…Tabii oyununuz ikinci gece oynarsa…”
Mizah bazen paslaşmaktır.
Eğer paslanmamış bir yüreğiniz ve aklınız varsa…
Değilse, siz haklıyım sandığınız ilk andan itibaren, hiç fark ettirmeden hem de, mizah kalenize golü atar.
Bilmiyorsanız söyleyeyim… Mizah çok hızlı kontra atağa çıkar…
(Çok iyi kafa golleriniz olduğu için yazıyı futbolla noktalamak istedim. Çok iyi kafa golleriniz üstüne bir yazıyı da başka bir zaman yazarız.)
Işıklar söner.
(Bizim tarafta.)
Ali Doğanbay