Karantina günleri ve hükümetin basiretsizliği, esnaftan ev kadınına, öğrenciden çiftçiye pek çok kesim için ciddi zorluklar barındırıyor. Yine de evde nitelikli vakit geçirebilen şanslı bir azınlıktansanız, bu süreçte yapılabilecek en iyi şeylerden biri kitap okumak. Hem biraz olsun koronanın kasvetinden uzaklaşıyor, bambaşka dünyalara dalıyorsunuz hem de merak ettiğiniz ama yoğunluktan dolayı araştıramadığınız konularda derinlemesine bilgi sahibi oluyorsunuz. Ben de, tiyatroya ilgi duymama ve Yaşar Ersoy ile Hakan Çakmak’ın üretimlerini takip etmeme rağmen, yayımlandığı zaman layıkıyla okuyamadığım “Düşte Umut Yürekte Sızı” kitabını, üzerine düşünerek, öğrenerek, bazen gülümseyip bazen öfkelenerek okudum, fırsattan istifade…
Kitap, Feriha Altıok’un editörlüğünde, Yaşar Ersoy’un anltımıyla Hakan Çakmak tarafından yazıldı ve Khora Yayınları’nın “Anı-Biyografi” serisinden çıktı. Hakan Çakmak’ın, kültür-sanat ve medya alanındaki değerli üretimlerinin ardından, sanatçılarımızın biyografilerini yazma projesinin ilk kitabıydı ve ne yazık ki son oldu. Hakan Çakmak, Yaşar Ersoy’la günlerce, gecelerce söyleşiler yaparak kitabı son aşamasına kadar getirdi ancak eline alamadan, zamansız göçüp gitti. Şimdi o, desteğini hiç esirgemediği sanatın ışığında, ebedi istirahatinde…
Yakın tarihimizdeki kültürel, sanatsal, sosyal, siyasal hadiseleri, tiyatro aşığı ve uslanmaz bir sanatçının gözüyle ele alan “Düşte Umut Yürekte Sızı” kitabı sizi zengin bir yolculuğa çıkaracak. Küçük Yaşar’ın ailesinin Leymosun’da başlayan öyküsünü okurken İngiliz Sömürge yönetiminin son yıllarına tanıklık edeceksiniz. Tıpkı Yaşar’ın ailesi gibi ekmek ve yaşam mücadelesi içinde geçen hayatları, dönemin gelenekleri gereği kız-erkek çocuklara farklı yaklaşılmasını, imkansızlıklara rağmen hatta belki imkansızlıklar içinde bir çocuğun hayal dünyasının nasıl da gelişebildiğini ve çocukça haylazlıklarını göreceksiniz. Ki başlangıçta evde veya mahallede gerçekleşen bu “haylazlık”lar, o çocuk büyüdüğünde, üniversite yaşamından Devlet Tiyatrosu’na, devlet radyo-televizyonundan sokak eylemlerine kadar girdiği her ortamda devam edecek. İlk gençliğinde ortaya çıkan “Ankilozan Spondilit” hastalığını, şiirle, sanatla ve sahneyle yenen; 68 kuşağının yarattığı rüzgarla aktif bir siyasal ortamın içinde yer alan Yaşar Ersoy’un, bilhassa postmodern dönemlerde rastladığımız omurgasız “aydın”lar gibi eğilip bükülmeyen yaşam öyküsü belleğinize çok şey katacak.
Her satırı ayrı bir keyif ve bilgi veren altı yüz küsür sayfalık kitabı, bu kısacık yazıda özetlemek mümkün olmasa da, Ersoy’un ve sanatçı dostlarının kişisel serüveniyle iç içe geçmiş olan Kıbrıs Türk tiyatro hareketinin sancılarının ve başarılarının izini sürüyorsunuz kitapta. Pek çok siyasetçinin, sanata ve tiyatroya önem veriyorMUŞ gibi yaparak aslında kendilerinin kontrolünde olmasını istediğini; bu sebeple özgürce sözünü söyleyen sanatçıları Devlet Tiyatrosu’ndan attıklarını, Özerk Tiyatro Yasası’nın sağcı ya da “solcu” hiçbir hükümet döneminde (hâlâ daha) yasallaşmadığını bir kez daha idrak ediyorsunuz. Bugün seçim sonuçlarına da yansıyan, Lefkoşalıların çoğunun barış ve demokrasi değerlerine bağlı, laik ve ilerici olmasının önemli bir sebebinin “tiyatro okulu” olduğu, Belediye Tiyatrosu’nun yıllarca toplumcu gerçekçi anlayışla sahnelediği oyunlar ve gençlere verdiği eğitimler sayesinde bu değerlerin halkta içselleştiği çıkarımını yapıyorsunuz. Sanatçının özel hayatını da samimiyetle anlattığı kitapta, ataerkil bir çağın evladı olmasına karşın, eşi Aydın hanımla yaşadığı dayanışmacı ve eşitlikçi ilişkiyi de gözlemliyor, evlerinin tapusu alınırken komşu erkeklere “kötü örnek” olma pahasına eşit bir şekilde isimlerinin yazdırıldığını okuyorsunuz. Çocuklarıyla ilgili olarak gururlanmasının yanı sıra, kendine eleştirel bakabilme cesaretini de görüyorsunuz.
Fikret Demirağ, Filiz Naldöven ve daha niceleri gibi ülkemizin değerli şair, yazar, çizer ve oyuncuları arasındaki, sahne tozuyla temize çekilmiş dostlukları; sansürcü zihniyetlere karşı geliştirilen yaratıcı ve mizah dolu dayanışmaları; kapılar gındırılmadan önce dahi adamızda tiyatroyla barış köprüsü kurma çabalarını detaylı bir şekilde akratan kitapta, siyasi kişiliklerle ilgili de pek çok anekdot bulunuyor.
Bunların en ilginç olanlarından biriyse Ersoy’un ateşli bir sabırla üzerine gittiği ancak henüz tam olarak gerçekleştiremediği bir hayali olan Başkent Tiyatro Projesi’nin yapıl(ama)ması ile ilgili:
2003 yılında genel seçimlerde birinci parti çıkan, 2005 yılında ise Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan CTP, üç büyük kentin belediyesinde de yönetimdedir. “Sol”un başat konuma geçtiği yeni siyasi konjektür, başta Yaşar Ersoy olmak üzere Başkent Tiyatro Projesi’ni düşleyen sanatçıları bir kez daha umutlandırır. CTP’nin başını çektiği hükümet programına bu proje için 400 milyarlık ödenek konur ancak kullandırılmaz. 2005 yılında ise bütçeye hiç ödenek konmaz. Dönemin Belediye Başkanı Kutlay Erk’in, Eğitim ve Kültür Bakanı Canan Öztoprak’a sorusu üzerine aldığı yanıt, projenin oldukça lüks bulunduğu ve kaynak ayrılamayacağı yönündedir. UBP’nin yapmadığını, bir “sol” parti olan CTP yapar ve kentin gelişimine büyük katkı sağlayacak olan tiyatro projesini iptal eder. Ve bir süre sonra, Başkent Tiyatro Projesi için ayrılan arazi, TED Koleji’ne verilir!
Buraya kadar okuduklarınız bile yeterince sinir bozucu ancak daha anekdot bitmedi, hatta yeni başlıyor:
Yaşar Ersoy, Başkent Tiyatro Projesi’nin peşini bırakmaz ve gerek konservatuvar yıllarından arkadaşları, gerekse Tiyatro Festivali için Türkiye’den gelen konuklarla görüşmeler yapar. Nihayetinde TC Devlet Tiyatroları yöneticileriyle, bir protokol imzalanması konusunda prensip anlaşması yapılır. Protokolün bakanlar düzeyine imzalanması için konu Canan Öztoprak’a aktarılır. Festivale katılmak için TC Kültür Bakanı da adaya gelecek ve her iki bakan 400 milyarlık kaynak aktarımı için protokol imzalayacaklardır. Bu amaçla bakanlığın makam odasında düzenlenen toplantıda, Yaşar Ersoy, bir sunum yaparak TC Kültür Bakanı Atilla Koç’u bilgilendirir. Tam imzalanma aşamasına gelindiğinde, Canan Öztoprak’ın bir baş işaretiyle müsteşarı, TC’li bakanın önüne yeni ve yüklü bir dosya açarak yapmayı düşündükleri Güzel Sanatlar Müzesi, çeşitli restorasyonlar ve bakanlık uhdesindeki çalışmalarla ilgili birçok proje hakkında bilgi vermeye başlar! Odada buz gibi bir hava esmekte, TC Devlet Tiyatroları yetkilisi, Yaşar Ersoy’un yüzüne bakmaktadır. Daha önce gündeme getirilmemiş olan projelerle birlikte bütçe 400 milyardan 20 trilyona çıkmıştır. Yaşanan olayın şaşkınlığından kurtulan Bakan Koç, bir randevusunu bahane ederek, hazırlanan protokole dokunmadan odadan çıkar. Sysiphos gibi bin bir meşakkatle tepeye çıkarılan o ağır taşın, tam hedefine varmak üzereyken gerisin geriye dibe yuvarlanışına şahit olan Yaşar Ersoy’un sinirleri tepesine, tansiyonu 20’ye fırlamıştır… Toplantıda bulunan ve Ersoy’un üzüntüsüne ve öfkesine tanık olan Bulutoğluları, kendine özgü yaklaşımıyla “Üzülme yahu Yaşar abi” der. “Sen bunları boş ver, ben sana yeni bir tiyatro binası yapacağım. Senin için yapacağım, Osman abim için yapacağım” diye eklerken, bitirilmek üzere olan yeni başkanlık sarayının arkasını işaret ederek oraya bir tiyatro salonu yapacağını söyler.
Tiyatro binasının temeli yıllar önce atılmış olmakla birlikte hâlâ yarım inşaat halinde durmakta, Başkent Tiyatro Projesi, Godot’yu beklemektedir. Bunun burukluğu olduğu gibi ayıbı da, sanata önem veriyorMUŞ gibi yapan yönetimlere, elinden geleni yapmayan sanatçılara ve salonumuz için yeterince talepkâr olamayan biz tiyatro severlere aittir.
Nazen Şansal – Baraka Kültür Merkezi aktivisti