Türkiye’de olağanüstü hal ilan edildiği ve bu yapılırken de TBMM’nin onayına sunulmadığıyla ilgili haberleri okurken hukuk fakültesine başladığım seneye gitti aklım. Birinci sınıfta aldığımız Anayasa Hukuku dersinde 1961 Anayasası ile 1982 Anayasasını mukayese edip önceki Anayasada devletin insan hak ve hürriyetlerine dayalı olduğu söylenirken sonradan bunun devletin insan hak ve hürriyetlerine saygılı olması biçiminde değiştiğini tartışıyorduk. Dışarıdan çok bir anlam ifade etmeyen bu ibare farkının aslında insan hak ve hürriyetleri bağlamında Anayasada bir gerileme olduğu şeklinde yorumladığımızı anımsıyorum.
Birçok alan için hep denilir ya hani, mesleğe girince anlayacaksınız pratik, üniversitede öğrendiğiniz teoriden çok farklıdır. İşte bu da o hesap. Yalnız, üniversitede okuduğun teori bir ülkenin anayasası, yani en üst hukuk metni ise bunun pratikte geçerli olmadığını kabul etmek çok daha zor oluyor. İdarenin temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak hatta askıya almakla ilgili olağanüstü yetkilere sahip olduğu ve yargısal denetimi olmayan bir hukuk rejimine Anayasaya aykırı şekilde geçildiğini görünce bunun nasıl hukuk uygun olmadığını teorik olarak tartışmak gerçekten hiç içimden gelmiyor. Hukuku manasız bulduğumdan değil de, verilmesi gereken mücadelenin yasalcı bir zemini artık aştığını düşündüğümden. Zira, OHAL ilan edilmeden de Türkiye’de temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış veyahut askıya alınmış halde.
Mütemadiyen uygulanan yayın yasakları ve yandaş medyanın tek ses manşetleri ile basının zapturapt altına alınmış olduğu herkesin malumu. Doğu illerinde çocuklar okulları yerle bir edilip öğretmenleri de kaçtığı için eğitim hakkından yoksun. Gösteri ve yürüyüş hakkı önce devlet eliyle, coplar, tomalarla daha sonra da patlamalarla kullanılmaz halde, 1 Mayıs gibi geleneksel mitingler dahi yapılamıyor. Kadınların kaç çocuk yapması gerektiğinden tutun da nasıl giyinmesi, nerede nasıl güleceği devlet adamlarının dilinden düşmüyor. Yükselen dinsel gericilikle kadına, çocuğa ve LGBT bireylere yönelik şiddet olayları da artıyor. Ensar Vakfı’nda gerçekleşen çocuk tecavüzleri, sokaklarda yaşanan trans cinayetleri, toplu taşıma araçlarında rutin hale gelen tacizler bunlardan sadece bazıları.
Darbe girişiminde bulunan askerlerin karılarını ganimet gören spor kulübü yöneticisinin açıklaması, gözaltına alınan askerin 10 aylık bebeğine tecavüz edeceğini söyleyen polisin videosu ve olay gecesi dışarıda olan kadınların Erdoğan’ın demokrasi havarilerince taciz edildiğine dair kadın beyanları gericilerin ilk hedeflerinden birinin kadınlar olduğunun nişanesi.
Komşuda pişen bize de düşer mi?
15 Temmuz gecesinden beri TC Elçiliği önünde toplanan, Lefkoşa sokaklarında konvoylar oluşturup Kıbrıslı Türklere de sıra geleceğini bağıran kalabalıklar, garip saatlerde okunan selalar, gündem yoğunluğundan arada kaynayan cinsel saldırı olayları, Kıbrıs’ın kuzeyinde kök salamayacağını düşündüğümüz için üstünde durmama refleksi geliştirdiğimiz dinsel gericilikle mücadele etmeyi zorunlu kılıyor.
Bugün koordinasyon ofisiyle ülkemizde de gerici politikaların eğitime, kültürümüze ve gençliğe sıçramasına engel olmak için koordinasyon ofisini daha yoğun eylemlilikle reddetmeliyiz. Parasız, kaliteli, bilimsel eğitim hakkı mücadelesini yükselterek mücadele yöntemini eğitim sendikalarının hukuk davaları açmasının ötesine taşımalı, yoksul ailelerin çocuklarını kuran kurslarına göndermemeleri için ücretsiz bilim, spor, sanat aktiviteleri düzenlenmesini sağlamalıyız. Emeğin saldırılara karşı örgütlü bir mücadele verebilmesi için özel sektöre sendika talebini gündemden düşürmemeliyiz. Şiddete uğrayan kadın ve çocuklara her bölgede ücretsiz psikolojik ve hukuki destek verilmesi ve sığınma evleri açılması için uğraşmalıyız. Çünkü kriz anlarında maskesi düşen bu faşist rejimin mezar kazıcıları da yine biz ezilenler, emekçiler, kadınlar, LGBT bireyler, göçmenler olacağız. Direniyoruz OHAL’de varolacağız.
Cansu N. Nazlı
Bağımsızlık Yolu Üyesi