“bu ışık kor edecek, bu kan boğacak sizi
geçemeyeceksiniz yüreklerimizin aydınlığından.”
Yurduşen Tuna
Saat sabahın 4’üne yaklaşıyor. Cadde boyunca binlerce kişi, doğacak günün bir sahibi var dercesine 6. barikatı inşa etmekte. Önümüzde TOMA ve akrepler, sayısını hesaplayamadığımız İmamın Ordusu mensupları… İlerledikçe üzerimize gaz bombaları yağmakta… Geri çekiliyoruz, tekrar ilerliyoruz… Korku duvarı çoktan aşıldı… Sadece gecenin sessizliğini değil, AKP’nin karanlığını da ‘bu daha başlangıç mücadeleye devam’ sloganları yırtmakta…
Birazdan şafak sökecek, vakit kuşluk vakti… Kaldırım taşlarının altından şiir fışkırmakta… Sokaklar boyunca umudun, dayanışmanın ve inancın sıcaklığı… İnsan ne kadar hızlı ve kolay öğreniyor direnişin içindeyken yeniden insan olmayı, yeniden sevebilmeyi ve düş kurabilmeyi…
***
Her direnişin, her ayaklanmanın bir sembolü, motive olduğu, beslendiği bir simgesi vardır. Tayyip isyanın önüne geçmeyi Gezi Parkı’nın dağıtılmasıyla sağlanacağını sanmaktaydı. İktidar bloğunun, AKP’nin en çok korktuğu ve dehşete düştüğü olgu Gezi Parkı’nda, yani Gezi Komünü’nde filizlenen ve büyüyen yeni bir yaşam tarzının nüveleri idi.
Kemalist’i, anarşisti, sosyalisti, Kürt’ü, taraftar grupları, milliyetçisi, inananı inanmayanı ile pek çok toplumsal kesimin bir aradalığının mümkün olduğunu gösteren Gezi Parkı Komünü aynı zamanda toplum içinde bastırılmış olan dayanışmanın, kardeşleşmenin, eşitliğin ve özgürlük arzusunun da açığa çıktığı bir zemin oluşturdu.
AKP’nin yıkım ve talan politikalarına karşı ‘dur’ diyen genç kuşaklar, sadece ‘dur’ demekle yetinmedi, aynı zamanda başka bir yaşam tarzının da kurucu unsuru olabileceklerini bizzat Gezi Parkı deneyimiyle gösterdiler.
Kitaplardan veya okullardan öğrenilmiş bir şekilde değil, bizzat kavganın ve hareketin içinde gelişerek açığa çıkan bu durum; tüketici ve bireyci sistemin tüm kalıplarını parçalarcasına dayanışmaya, paylaşmaya, bölüşmeye, bir arada yaşamaya ve en önemlisi de ortak bir hedef etrafında birleşerek ortak mücadele vermeye ne kadar aç bir ve birden fazla kuşağın olduğu ortaya çıktı.
AKP’nin ve Tayyip’in İslam ve kapitalizm ‘aşkına’ dayanan yaşam biçimine bir meydan okuyuş olarak yatay ve paylaşımcı, bir arada yaşama vurgu yapan özgürlükçü ve devrimci bir yaşam felsefesi ve pratiği nereden baksanız muktedirler için en korkutucu olgulardan biriydi.
Dolayısıyla bu halk ayaklanmasına halkın ve özellikle de gençliğin ‘artık yeter’ diyen ve aynı zamanda da ‘başka bir kültürün’ müjdesini veren, yıkıcı ama aynı zamanda da kurucu bir ayaklanma olarak bakmak lazım.
***
Binlerce insanız. Günlerden Cumartesi… Tarih 15 Haziran… Gezi Parkı’nda, Gezi Komünü’ndeyiz… O kadar kalabalık ki neredeyse adım atmakta zorlanıyorsunuz… İnsanlar fotoğraf çekiyor, sohbet ediyor, parkta asılı onlarca pankarta bakıyor, bedava dağıtılan yemeklerden yiyor, farklı görüşlerden yüzlerce kişi sohbet etme, tartışma fırsatı buluyor, kimse kimseye fikrini dayatmıyor, gözlerdeki mutluluk gözden göze geçiyor… Nereye baksak bir yaşam ışıltısı, direnişin içinden yükselen umut ve inanç parıltısı…
Karanlık çökmeye başlarken AKM önünde bulunan polisler, TOMA’lar ve akrepler hareketlenmeye başladı… Derken bir anons ’15 dakika içerisinde müdahale başlayacak, çocukları parkın dışına çıkartın!’
Park hareketleniyor, insanların bir kısmı çocukları uzaklaştırırken, bir kısmı da parkı savunmak için hazırlanıyor… Hemen hemen herkesin kafasında sarı, beyaz, mavi inşaat kaskları, gözlerinde büyük deniz gözlükleri ve suratalarında gaz maskeleri…
Park’ın ön tarafında merdivenlerin olduğu yerdeyiz… Aşağıda TOMA, arkasında da imamın ordusu yaklaşmakta… Kısa bir süre içerisinde ses ve gaz bombalarıyla birlikte TOMA su sıkarak saldırıya başlıyorlar… TOMA ‘tıkır tıkır’ merdivenleri çıktığında ortalık gazdan göz gözü görmez olmuştu…
Park’ın arkasına doğru kaçmaya başladık…
***
Ve tarihin sahnesinde 2013 kuşağı… Bir kuşağı doğduğu tarihle değil, yaptığı eylem ve toplumsal pratiği ile tanımlarız… Belki 13 kuşağı olduğu için ‘lanetli’ kuşak veya ‘uğursuz’ kuşak diyebiliriz, ne de olsa AKP ve muktedirler için hem lanetli bir kuşak çünkü başka bir yaşam tarzını örüyor, hem de uğursuz bir kuşak çünkü bizzat AKP iktidarının ilk yenilgisinin mimarı bir kuşak…
AKP iktidarı süresince hayatı tanıyan, büyüyen ve bilinci gelişen bir kuşak bu… AKP iktidarında toplumsal bilinci olgunlaşmaya başlamış, son 10 yıldaki yoğunlaştırılmış neoliberal politikaları, kısıtlanan hak ve özgürlükleri, AKP’nin gündelik hayata müdahalelerini doğrudan ve çoğu zaman da ilk olarak hisseden, yaşayan bir kuşak 13 kuşağı…
AKP iktidarı boyunca yetişen bir veya iki kuşak şimdi hesap sormak için, bir nevi kendini yeniden; öz pratiği ve deneyimi ile yaratmak için sokağa çıktı. Ve bu kuşak ki, sadece AKP’nin 11 yıllık ilk yenilgisinin mimarı olmadı, aynı zamanda başta sol ve devrimci odaklar olmak üzere tüm Türkiye’ye de önemli mesajlar verdi.
Apolitik denilen, bilgisayar başında sosyalleşen, itiraz etme kültürü olmayan, sorgulamayan, kafası karışık, okumayan bencil ve bireyci bir kuşak, birden kendisiyle ilgili tüm ezber ve yargıları parçalarcasına bir halk ayaklanmasının katalizörü, ana gövdesi ve beyni haline geldi…
Park’ta sohbet etme fırsatı bulduğum bir üniversite öğrencisi kadın şunları söylemekte:
“Polisin iki gün üst üste devam eden saldırısından sonra geldim ben. Öğrenciyim. Aynı zamanda gazetecilik de yapıyorum. Burada olmamak mümkün değil aslında. O görüntüleri izleyip de buraya gelmemek olmazdı. Bu yüzden geldim. Acayip bir dayanışma var burada. Geldiğiniz zaman zaten gitmek istemiyorsunuz. Burada kalmak istiyorsunuz. Sadece burada değil tüm direniş alanlarında inanılmaz bir dayanışma var. Ben bunun bir birikimin patlaması sonucu olduğunu düşünüyorum. Herkesin söylemek isteyip de söyleyemediği şeylerin birikiminin patlaması olduğunu ve tam anlamıyla otoriter ve diktatör bir yönetime karşı çıkış olduğunu düşünüyorum. Birçok insanın da gelme sebebi bu. 1 Mayıs’taki saldırılar Reyhanlı’da yaşananlar, kürtaj meselesi, alkol yasakları vs. üst üste geldi hepsi. Herkes herkesin bir derdi olduğunu gördü burada ve bir araya gelmeyi başardığımızda bunu söyleyebiliyoruz yüksek sesle ve karşılığını da alıyoruz.
Bu kadar insan bu kadar gündür burayı terk etmedi. Evde oturamıyorsunuz, uyuyamıyorsunuz. Sürekli haberleri takip ediyorsunuz… Sürekli endişe halinde oluyorsunuz buradaki insanlar için. Bundan evde kalmak imkansız oluyor.
Her şeyden önce bu hareketin en önemli sonucu insanların birlikte olabileceklerini görmesi, sokakta olabilmenin gücünün farkına varmamız oldu. Bu hareket hiçbir yere varmaya da bilir. Ama inanılmaz bir toplumsal kırılmanın olduğunu düşünüyorum. Herkes birbirine dokundu burada. Hiç bir arada duramayacak insanlar birbirlerine deyip dokundular. Birbirlerine ‘tahammül etmeyi’ öğrendiler. Bunun kendisi bile çok ciddi kırılma yaratabilecek bir şey. İnsanların çok değiştiğini gözlemledim, gördüm, duydum. Birlikte olunduğunda korkunun aşılacağını öğrendik.
Bence biz apolitik değildik. Politik olmak istiyorduk ama alanımız yoktu. Hareketin öncesinde de insanlarda bir yerlerden bir şeylere dokunma çabası söyleme çabası vardı. Ama yapamıyorlardı. Bunun yolunu da bilmiyordu insanlar. Politik zeminin kendisinin dayatıldığını düşünüyorum. Alan yok yani. Politize olmanın sandığa indirgenmesi söz konusu. Ki politik olmanın tek tipleştirildiği, örgütlülüğün kötü sıfatlar olarak kullanıldığı bir dönemdi bu dönem. O yüzden insanların da bir yerde kenarında kıyısında kalması normal o anlamda.”
Öyle ki bu kuşağın ne kadar mücadele etmeye, kendini özgürleştirmeye, kendisini özgürleştirirken de bunun ancak toplumsal bir özgürleşme ile mümkün olduğunu keşfetti… Değerlerden yoksunmuş gibi gözüken bu kuşak aslında özgürleşme, birey olma, paylaşım, eşitlik, dayanışma ve yaşamı dönüştürme hususlarında ne kadar güçlü değerler taşıdıklarını gösteri. Sadece taşımakla yetinmeyim bunları hayatlarında, mücadelede de çoğaltmayı, uygulamayı; yaşamı dönüştürebilme iradesine sahip olduklarını gösterdiler…
Tayyip’in suratına okkalı bir şamar yerleştiren bu kuşak, aynı zamanda solcusu ile sağcısını, ulusalcısı ile Kürt’ünü, milliyetçisi ile sosyalistini, inananın ile inanmayanı da bir araya getiren kuşak oldu…
Bu çapulcu kuşak, mizahı da en iyi şekilde kullanarak, iktidarın manevra alanını ve kabiliyetini sekteye uğrattı… Direniş kendi moral gücünü kendi içinden durmaksızın üretti… Mizahın pek çok cafcaflı laftan ve metinden çok daha etkili ve güçlü bir araç olduğunu gördük… Hem hareketin moral ve motivasyonu açısından hem de iktidarın karşı koyma noktasında çaresiz ve aciz kalması açısından.
Sosyal medya ise dünyanın diğer ülkelerindeki direnişlerde olduğu gibi Türkiye’deki direnişin de iletişim zemini oldu…
Mizah ile kendi kendini dahi alaya alabilen bu kuşak, nereden baksanız bir özgürleşme ve direniş abidesi haline geldi…
***
Bir taraftan panik halinde koşanları sakinleştirmeye çalışan üç dört kişiye katılarak bir izdihamın yaşanmasını engellemeye çalışıyorduk, diğer yandan ise koşturmaca içinde yerde atıl duran talcit ve su karşımı solüsyonu alarak gazdan korunma teçhizatımı güçlendiriyordum. O an tahmin etmesem de, ağacın alında, dağılmış masa ve dergilerin arasında kalan solüsyon üç gün boyunca sadece benim değil aynı zamanda çevremde gazdan etkilenen pek çok kişinin de yardımına koşacaktı.
Kalabalık Park’ın arkasındaki Divan Hotel’e doğru koşuşturuyordu… Bir kısım insan Hotel’in içine sığındı… Olayların yaşandığı ilk günden beridir Divan Hotel polis müdahaleleri sırasında eylemcilere kapılarını açan ender büyük mekanlardandı…
Bir an olsun kesilmeyen sloganlarla birlikte içinde bulunduğum kalabalık grupla birlikte Divan Hotel’in arkasından dolaşarak ana caddeye çıktık… Oradan binlerce kişinin arasına karıştık ve artık sabaha kadar sürecek direnişin kervanına katıldık…
Ana cadde boyunca Şişli’ye kadar polis ile kovalamaca yaşayan binlerce kişi, daha sonra sabaha kadar bir başka bölgede direnecekti…
Kaçış ve başka bir noktaya varış sırasında tanıdığım anarşist dostlarımla birlikte tüm gece doğacak olan şafağı kovalayacaktık…
***
Park’taki insanlarla konuşuyorum. Daha çok örgütsüz olanları tahmin edip onlara yanaşıyorum. Kimisi kürtaj yasası diyor, kimisi alkol; kimisi özgürlüklerin kısıtlanması diyor, kimisi yaşam tarzımıza müdahale; kimisi Roboski diyor, kimisi Reyhanlı; kimisi kültürel ve dini kimliğimizi yaşayamıyoruz diyor, kimisi kadına şiddet en çok AKP döneminde yaşandı; kimisi işsizlik diyor; kimisi HES’ler diyor, kimisi derelerin kardeşliği; kimisi gazeteciler yazarlar diyor hepsi içerde, kimisi aydınlar; kimisi güvenceli bir yaşam; kimisi cumhuriyetin kazanımları için diyor, kimisi bu böyle gitmez; kimisi despot diyor, demokrasi ve ifade özgürlüğü yok diyor, kimisi yeni bir Türkiye için diyor… Herkes her şeyi söylüyor…
Son 30 yılın neoliberal politikaları giderek despotlaşan ve otoriterleşen bir rejimin de varlığını getiriyor beraberinde. Bu 30 yılın son 10-11 yılının tek parti iktidarı altında yaşanması sadece neoliberal politikaların uygulama sürecine paralele olarak gelişen ve güçlenen bir otoriteryanizmi değil; bununla birlikte aynı zamanda gerek bireysel gerekse de toplumsal yaşamın iktidar tarafından iktidarın ideolojisine göre dönüştürülmesi söz konusudur.
Türkiye halkı belki sıcağı sıcağına AKP iktidarına ve Erdoğan’ın karakterinde cisimleşen despotizme, neoliberal otoriteryanizme karşı başkaldırdı; fakat bunun tarihsel köklerine kadar inersek, 12 Eylül rejiminin yarattığı atmosferin ve politik zeminin ciddi bir şekilde sarsıldığını ve çatladığını görebiliriz.
***
68 kuşağından bir abi ile sohbet ediyorum… Park’ın tam ortasında, ‘Tek Yol Devrim’ yazılı pankartın gölgesinde…
‘Biz bir kere daha Türkiye’de böyle bir şeye şahit olacağımızı aklımızın ucundan bile geçirmezdik’ diyor… Gözeri çakmak çakmak oluyor… ‘Kaynak kurumamış, inancımız yerine geldi’ diyor…
İlerleyen günlerde KESK’in grevindeyiz… Eğitim-Sen’li öğretmen ablaların yanında oturuyoruz… Bir yandan olası bir müdahaleye hazırlık yapıyoruz, diğer yandan da ablaların konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz: “Böyle bir Türkiye’yi hayal bile edemiyorduk. İnanmayı ve sevmeyi yeni baştan öğreniyoruz” diyorlar…
Bir çaycıda çok sevdiğim ve sonsuz saygı duyduğum 68 kuşağından Masis Kürkçügil ile sohbet ediyoruz… Kendisine ‘2005’den beri Türkiye’ye senede 2 kez geliyorum. İnsanları hiç böyle mutlu, inançlı ve heyecanlı görmemiştim’ diyorum… Bana hafiften ilişiyor ‘Sen de resmi Türk tarihi gibisin, tarihi kendinle başlatıp kendinle bitiriyorsun’ diyor. Sonra da ‘Türkiye 1906’dan beridir böyle değil’ diyor… Gülüyoruz… Genelde Türkiye üzerine sohbetlerimiz karamsar geçerdi… Bu sefer ise tam tersi…
***
Park dağıldı… Ardından polis parkı ve çevresini işgal etti… NTV’de ‘Gezi Parkı halka açıldı. İçeriye kimse alınmıyor’ şeklinde mizah malzemelik haberler dönmeye başlıyor… 16 Haziran sabahı Gezi Komünü yoktu… Fakat sokaklarda direniş ateşi sönmedi… Daha da bir alevlendi… Çok geçmeden Duranadam ve Durankadınlar, okuyan insanlarla birlikte halk hareketi sivil itaatsizlik formuna büründü… Eş zamanlı olarak bölgelerde hareketin geleceğini ve örgütlenmesinin tartışıldığı açık formlar yapılmaya başlandı…
***
Park’ın içerindeki toplantıların birinde eylemcilerden biri ‘ben bugüne kadar hiçbir eyleme katılmadım, hiçbir örgütte bulunmadım. Fakat bu mücadele sonuna kadar sürmeli çünkü ilk kez herkes inanıyor’ diyor… Bunu sadece o demiyor, aynı zamanda örgütsüz olan ve ilk kez hayatında eyleme katılan binlerce insan diyor…
Herkes bu halk hareketinin kolayına sönmeyeceğini, bir saman alevi olmayacağını dile getiriyor… Belki de 12 Eylül’den bugüne ilk kez önemli bir mevzi kazanıldı… Halk korku duvarını aştı, 11 yıllık AKP iktidarı ilk yenilgisini tattı ve en önemlisi halkın üzerinden ölü toprağı savrulup kayboldu… Şimdi ise sırada yeni mücadele deneyimleri ve süreçleri var… Türkiye halkı hesap sormak için ayağa kalktı… Türkiye’yi yeniden kuracak olan mücadele zemini de Gezi Parkı’nda şekillendi…
‘Geçemeyeceksiniz yüreklerimizin aydınlığından…’
Hasan Yıkıcı
Baraka Kültür Merkezi Aktivisti
30 Haziran 2013 tarihinde Afrika gazetesi’nin Pazar ekinde yayınlanmıştır.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.