Burjuvazinin, devletin dinsellikten arındırılması yönündeki politik eylemleri, burjuva iktidarının kurumlaşması, yerleşmesi için gereken adımlardan oluşmuştur. Burjuva iktidarlar yerleştikten sonra ise din yeniden devlete döner; burjuva devlet, dini kapitalizmin örgütlenmesinin ve işçi sınıfını egemenlik altında tutmanın bir aracı olarak kuruluşuna dahil eder. İşte bu noktada “politik özgürleşmenin dinle ilişkisi” sorunu, bizim için “politik özgürleşmenin insani özgürleşmeyle ilişkisi” sorunu durumuna gelir. (Karl Marx, Yahudi Sorunu)
Kıbrıslı Türklerin yüzyıllardan süzülüp gelen kendine özgü din anlayışı, laikliği, toplumumuzda tartışılan ve farklı taraflar arasında çatışma konusu olan bir alan haline getirmemişti. Hatta nenelerimzden, Türkiye’deki Kemalist devrimleri, hiçbir dayatma olmaksızın çabucak kabul ettiklerini, kara çarşaflarını bir günde atıverdiklerini dinlemişizdir. Devlet politikalarında, eğitimde, sosyal yaşamda, emeğin haklarında başka sorunlarla boğuşan Kıbrıslı Türk halkının gündemi din-devlet ilişkisi olmamıştı. Ta ki, çocuklarımızın geleceğini tehdit eden, AKP’nin muhafazakarlaştırma politikalarından nasibimizi alıncaya kadar…
Nenelerimizden çocuklarımıza kadar belirleyici unsur, Türkiye devletinin dine yaklaşımı olduğuna göre öncelikle Türkiye’deki laiklik alayışının temellerine ve bugünkü Sünni İslam şeriatının sebeplerine bakmak gerekir.
Türkiye’de Laiklik ve Sünni İslamlaştırma Süreci
İslam dinini Türkiye toplumunun siyasi birliğinin “çimentosu” olarak tanımlayan Kurtuluş Savaşı, tehcir edilmiş ve mülksüzleştirilmiş Ermenilere ve Rumlara karşı kendisini Türk olarak tanımlayan Türkler, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler ile Kürtlerin oluşturduğu bir Anadolu-İslam birliğine dayanıyordu. Kemalist iktidar ise İslamı, Türkiye toplumunun siyasi birliğinin harcından çıkarıp yerine Türk kimliğini geçirdi. Bu dönüşüm, Kürtleri Cumhuriyetin kuruluş sürecinin eşit ortağı olmaktan çıkardı. Kemalist iktidarın egemen sınıflar içerisinden bir başka iktidar odağının oluşturulmasını önlemek için “dışlayıcı laiklik” sopasını etkili bir biçimde kullandığı da bilinmektedir. Kemalist “dışlayıcı laiklik” modelinin kuruluşu 1924’te Hilafetin kaldırılması ile başlayıp 1928’de Anayasa’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslamdır hükmünün kaldırılması ile tamamlanan bir siyasi süreçtir. Bu süreçle birlikte din (İslam Şeriatı) devletin örgütlenmesinin ve kamusallığının dışına çıkarılmıştır.*
Kemalizm, Anadolu halklarını Türk kimliği çerçevesinde tek tipleştirip yeniden inşa etmeye çalışırken, devlet desteğinden yoksun kalan Sünni-Hanefi İslam inancı, dinsel kurumlarını sürdüremez hale gelmiştir. Tam da bu dönemde ABD emperyalizminin yeni sömürgecilik politikalarını rahatça uygulayabilmesi için ve komünizme karşı mücadelede ihtiyaç duyduğu “muhafazakar Türk toplumu”nu yaratmak amacıyla Sünni-Hanefi İslam, devlet himayesine alınmıştır. Başta gençlik ve eğitim olmak üzere tüm alanlara sirayet eden bu politikaların yarım yüzyıllık uygulaması, Siyasal İslam’ı neoliberal yeni sömürge düzeninin iktidarı haline getirmiş, artık din, devleti himayesine almıştır.
Eğitim, sağlık, su, enerji gibi her türlü insan hakkının piyasaya açıldığı, bir yandan emek ve doğa sömürüsünün öte yandan yoksulluğun katlanarak arttığı, çalışma yaşamının kuralsızlaştırıldığı, kadınların toplum dışına itildiği günümüz koşullarında, kitlelerin sisteme duyabilecekleri öfkeyi öteleyen, onları tevekküle yönlendiren, baskı ve korkuyla yöneten bu düzen, açıkça sermayenin işine yaramaktadır.
Örneğin eğitimin dinselleştirilmesi; eğitimin piyasalaştırılmasının, kent ve doğanın yağmasının kitlesel desteğinin inşaa edilmesinin, toplumun kadın düşmanlığı, homofobi, sünni olmayana nefret temelinde kutuplaştırılarak yönetilmesinin ortak aracıdır. Dolayısıyla parasız eğitim hakkı, güvenceli çalışma hakkı, eşitlikçi-özgürlükçü-ekolojik bir mekanda yaşama hakkı, doğuştan gelen niteliklere, kültürel aidiyetlere ve yaşam anlayışı seçimlerine saygı talepleri ile gelişen tüm halk hareketleri, eğitimin dinselleştirilmesine karşı mücadeleyi içermek zorundadır.*
Kıbrıs’ta İhtiyacımız Olan Nasıl Bir Laiklik?
Neoliberal uygulamaların Ankara’dan Lefkoşa’ya yerli işbirlikçiler aracılığıyla ithal edilmesi gibi, kuzeyden esen rüzgarlar, asimilasyonun yeni bir biçimi olarak muhafazakarlaştırma politikalarını da adamıza taşımakta… Bunun karşısında direnişi örgütleyen sol kesimler, farklı şekillerde de olsa laiklik ilkesine sıkıca sarılmakta. Solun bir kısmı, laikliğe şekilci yaklaşarak sadece bir slogana indirgemekte; yani toplumu dine yönelten sosyo-ekonomik nedenlerle ilgili hiçbir açılım getirmemektedir. Hatta kendisi veya ailesi Türkiye’den gelmiş olan kişilerin hepsini bir tutarak, aslında planlı bir devlet politikası olan gericiliği insanlara mal etme kolaycılığına kaçmaktadır. Yüzünü “çözüm”e dönen ve “anlaşma” olduğunda bu tür baskılardan kurtulacağımızı zanneden bu kesimler, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar bütün coğrafyalarda neoliberalizm ile siyasal olarak kurumsallaşmış dinin paralel ilerlediğini, gittikçe ağırlaşan sömürü koşulları altında, sermayenin kontrolündeki bir din algısının emekçilerin öfkesini sınırlandırmakta kilit rolü oynadığını görmezden geliyor. Sol liberaller ise laikliğe bireysel inanç özgürlüğü noktasından yaklaşarak, dini, etkilendiği ve etkilediği toplumsal koşullardan koparmakta, soyut bir kavram olarak ele almaktadır. Sözde özgürlükleri savunan sol liberaller, gittikçe daha baskıcı hale gelen Sünni İslamlaştırma karşısında kendi özgürlük anlayışlarıyla da çelişiyorlar.
Oysa laikliği savunurken, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla yetinmemek ve dinin, toplumda yaygınlaşmasına sebep olan unsurları doğru tahlil etmek zorundayız. Ne şekilci ve yasakçı anlayışlarla ne de insanı toplumsallığından ayıran bireyci özgürlüklerle bir yere varabiliriz. Çalışma yaşamı ve sosyal ilişkilerdeki olumsuz değişimleri; devletin, sosyal devlet olma özelliğini neredeyse tamamen yitirmesini; tüm bunların getirdiği sömürü ve yoksulluğu mercek altına almalıyız. Bizi nesne kılan ve yaraya sadece pansuman yapan hayır işleri yerine haklarımızı arayacağımız, özne olacağımız örgütlenmeleri tercih etmeliyiz. Her dinden, her inançtan veya inançsız olan kişilerin, sadece vicdan hürriyetine değil toplumsal fırsatlar anlamında da eşitlik ve özgürlüğüne odaklanmalıyız. Dine karşı ideolojik mücadelemizi sürdürürken, kişilerin dini inanç ve ibadetlerini yasaklamayan ancak pedagojik yaklaşımları, bilimsel bilgiyi, kültür ve sanatın dolduracağı maneviyatı da hesaba katmalıyız. Ve tüm bunları basın bildirilerinde, TV programlarında, dergi yazılarında bırakmamalı, gerçek hayatta devrimci laiklik ilkesiyle mücadelemizi sürdürmeliyiz.
Kaynaklar ve alıntılar:
*Türkiye’de Laiklik Sorunu, Ferda Koç, sendika.org
Bağımsızlık Yolu Bildirgesi
Bu yazı Argasdi dergisinin Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 tarihli 47. sayısında yayımlanmıştır.
Nazen Şansal
Baraka Aktivisti