Bir yolsa yürüdüğümüz; hergün biraz daha değişerek, dönüşerek, değiştirerek yol alıyoruz. İlginçtir ki planlarımız hep yolun kalanıyla ilgiliyken hayallerimiz de geçtiğimiz kısımla ilgili. Ayağımızın bastığı yeri, yüzümüze vuran rüzgarı yaşamak yerine hep bir adım sonrasını merak ediyor, bir yanımızıysa önceye takıp bırakıyoruz. Yaşadıklarımız tecrübedir yanımıza kalan, gelecekle ilgili düş kurmak da güzeldir bizi bugüne bağlayan ama gerçek olan şimdidir. Sonra, şimdiden gelir.
Ben yarın için daha güzel bir dünyaya özlem duyuyorsam ve güzeliklerden birini de “iş kazalarının” olmamasına atfediyorsam mesela, bugün ölen her işçi için hemen ses çıkarmalıyım. Eğer çıkaramıyorsam özlemim de benim gibi gerçek değildir. Yanılsamadır sadece. O yüzden de söylediklerimizin ne kadarıyız bir düşünmek gerek. Günlük yaşantımız en büyük rehberimiz. En sahici halimiz hazırlıksız olduğumuz anlardadır.
Mesela gece kapınız çalsa ve gelen, kalacak yeri olmayan bir insan olsa. İçeri gel, dermiydiniz? “Nasıl güveneyim?” diye soracak olursanız… Evi olan sizsiniz diye güvenilir olan da mı siz oldunuz?
Çok sevdiğiniz biri bile olsa yanlışını hiç dolandırmadan söylediniz mi yüzüne? Ve hatta aranıza mesafe koydunuz mu? Kusuru görmek kolaydır da kabullenmek zordur.
Arkadaşlarla oturuyorsunuz bir gün. Biriyle ilgili yapılan dedikoduya karşı çıktınız mı? Çünkü sessiz kalıp karışmamak da ortak olmaktır.
Parayı borç vermek yerine ihtiyacınızdan fazlasını karşılıksız verdiniz mi? Bankalar da borç verebiliyor.
“Çok çalışıp çok kazanmak” yanılgısıyla galeyana gelirken durup bir düşünün. Dünyada bir avuç zenginin çok kazanabilmesi için geri kalan tüm insanların “çok çalışıp kazanacağına” inanması gerekiyor sadece. Çok çalışanla çok kazanan aynı kişi olmuyor.
Değişim bir gün gökten zembille inmeyecek. Özlemlerimiz için önce kendimizle mücadele etmedikçe söyledikleriyle yaptıkları arasındaki paradoksta zay olan insanlar olacağız. Sorgulamadan bir şeyler değişsin diye uğraşmak akıntıya kürek çekmek bile değil akıntıya balıklama dalmaktır.
Rus tiyatro sanatçısı Constantin Stanislavski şöyle der: “Diyelim ki savaşta oğlunu kaybetmiş bir babayı canlandıracaksın. Sakın acıyı taklit etme! “Mış” gibi yapma sakın. Önce savaşın içindeki erkek sonra baba ve en son evladını kaybetmiş baba olmalısın. Ezbere değil, hep ama hep yeniden hissettiğin duygularla oynamalısın.”
“Mış” gibi yapmaktan kurtulduğumuz gün değişecek bir şeyler. Dilimizdeki tüm sözleri dökelim eteğimize. Kaçını ezberden söylüyoruz? Kaçını olabiliyoruz? İlk önce kendimizi dönüştürmek gerek. Daha güzeli kendimizde başlatmak gerek.
Feray Yalçuk
Baraka Aktivisti