1974’ten sonra doğdum… Kıbrıs’ın kuzeyinde neredeyse herşeye askerlerin ve asker işbirlikçilerinin karar verdiği bir dönemde büyüdüm. Bu yüzden ölümün şehitlik üzerinden kutsandığı, ölümlerin düşmanlık yaratmak için ustaca kullanıldığı zamanları çok iyi hatırlıyorum: İlkokul ikinci sınıftaydım. Bizi bir fotoğraf sergisine götürmüşlerdi. Bugün hala daha gözümün önünden gitmeyen görüntülerdir nacaklarla parçalanan insanlar, domdom kurşununun delip geçtiği çocuk, üzüntü, korku ve öfkenin karmakarışık ettiği insan yüzleri… Aradan neredeyse otuz beş koskoca yıl geçmesine rağmen belleğe kazınan görüntüler… Amaçlanan belliydi; düşmanlaştırarak unutturmamak… Ama ne pahasına?
Bu sorunun cevabını vermeden önce iki konuya değinmek gerek; çocuklukta ölüm kavramının nasıl geliştiği ve çocuklara ölümün nasıl öğretilmesi gerektiği konusu…
Yaşamın ilk aylarında bebekler için “Görünürde olmayanın, zihinde de olmaması (Out of sight, out of mind)” yasası geçerlidir. Diğer bir deyişle bakım verenler görüş alanından çıktığında zihnen ölmüş olurlar.
Ancak bu durum zaman içinde değişir çünkü nesne devamlılığı kavramıyla açıklanan bir bilişsel gelişim gerçekleşir. Bebekler nesnelerin (bakım verenleri de dahil) görüş alanından çıktıkları zaman da varlıklarının devam ettiğinin farkına varmaya başlar. Bu gelişim ortalama dördüncü ayla dokuzuncu ay arasında bir dönemde ortaya çıkar. Bu nedenle bakım verenin kısa süren yokluğuna giderek azalan biçimde tepki vermeye başlarlar. Bu yokluk uzarsa protesto tepkileri oluşur. Peki yokluk sonsuz olursa ne olur? Bebeklik döneminde (0-2 yaş arası) ölüme verilen tepkiler konusunda ne yazık ki çok az şey biliyoruz. Tek bildiğimiz bakım veren değiştiğinde bebeklerin buna hızlıca uyum sağlamalarıdır çünkü temel motivasyon evrimsel psikolojinin de üstüne basa basa söylediği gibi hayatta kalmayı kolaylaştıracak davranışlar sergilemektir. Üç ile beş yaş arasındaki çocuklarda ise ölüm kavramının net bir biçimde anlaşılmadığını gözlemleriz. Bu yaşlardaki çocuklar ölümü uyku ile karıştırabilirler ya da ölen bir varlığın neden haraket etmediğini sorgulayabilirler. Hatta yalnızca kötülerin öldüğüne inanabilir, sevdikleri bir insan ya da hayvan öldüğünde bunun sorumlusunun kendileri olduğunu düşünebilirler. Bu nedenle ölüm kavramının daha iyi anlaşıldığı yani ölümün evrensel ve geri döndürülemez olduğu gerçeğinin kavrandığı yaşlar orta çocukluk dönemi dediğimiz yaklaşık yedi yaşından ergenliğin başlangıcına kadar olan dönemdir. Ölüme verilen tepkiler de doğal olarak bu dönemde olumsuz hale gelmeye başlar. Okul başarısı düşebilir, arkadaş ilişkileri kötüleşebilir, uzamış yas yaşanabilir. Ancak ölümün sıradanlaştığı ya da sıradanlaştırıldığı bağlamlarda (örneğin savaş durumlarında) bu tepkilerin yerini apati (yani ilgisizlik ya da tepkisizlik) alabilir. Aşırı şiddet içeren video oyunları ya da filmler de benzer sonuçlar ortaya çıkarabilir.
Gelelim bağlantılı ikinci konumuza; çocuklara ölümün anlatılması. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu tamamen kültüre özgü biçimde değişir. Bazı kültürler ölümü yaşamın doğal bir son noktası olarak kabul eder ve çocuklarına da bunu göstermekten geri durmazlar. Bu gibi kültürlerde cenaze törenlerinden defin anına kadar her aşama çocukların gözleri önünde yaşanır. Ancak bu o kültür içinde oldukça normal ve sıradan olduğundan çocukta herhangi bir olumsuz sonuç yaratmaz. Diğer yandan ölümün saklanması gereken bir bilgi olduğuna (en azından bir süre) inanan kültürler de vardır. Bizim kültürümüz de buna yakın bir noktadadır. Oysa Psikoloji Bilimi ölüm konusunda çocuklara dürüst davranılması gerektiğini söyler. Ölen kişinin bir daha gelmeyeceği gerçeği söylenmedikçe tıpkı bazı kayıp yakınlarının yaşadığı gibi ümitli (ama mantık dışı) bekleyiş çok uzun bir zaman sürebilir. Ölümün nasıl açıklanacağı ise çocuğun bilişsel gelişim dönemine bağlıdır. Okul öncesi dönemdeki çocuklara ölümü öğretmenin en iyi yollarından biri böceklerin yaşamlarının gözlemlenmesidir.
Kültürümüzde bir dönem yaygın olan ipek böceği yetiştirmek bu anlamda iyi bir yöntem olabilir. Çünkü bilindiği gibi ipek böcekleri larvadan kelebeğe dönüştükten belirli bir süre sonra ölürler ancak arkalarında yeni bir yaşam potansiyeli olarak yumurtalarını bırakırlar. Orta çocukluk evresindekilere ise daha ayrıntılı bilgiler verilebilir (örneğin ölümün ne sebeple olduğu gibi) ama bunu yaparken sevilen birinin kaybının sevgi kaybı olmadığı, geride kalanların çocuğu onun yerine sevmeye devam edecekleri vurgulanabilir. En sık sorulan sorulardan biri de mezarlık ziyaretidir. Çocuğun psikolojik olarak hazır olduğundan emin olunduğunda (ve mümkünse bir psikoloğun onayıyla) mezarlık ziyareti yapılabilir. Bu, ölüm gerçeğinin somutlaştırılması ve ölen kişiye karşı olan duyguların daha rahat ifade edilebilmesi/yaşanabilmesi için bir fırsattır.
Şimdi çocuklara ölümü öğretmekle ölümü güzel göstermek arasındaki farka değinmeye başlayabiliriz. Devlet mekanizması ve onun resmi ve gayri resmi temsilcileri ne yazık ki bu ikinci konuda uzmandırlar. Örneğin daha birkaç ay önce Türkiye Cumhuriyeti’nin en üstteki makamı yanına askeri üniforma giymiş bir kız çocuğunu çağırıp “İnşallah şehit olursa…” diyebilmiştir. Hem de bunu korkudan dökülen göz yaşlarını “Bordo bereliler ağlamaz!” diye azarlayak yapmıştır. Bugün Türkiye’de en çok satılan kıyafetlerden biri çocuk askeri üniformasıdır ve bunu bireylerden daha çok okullar(!) talep etmektedir. Aynı askeri üniformayı giyen ve Afrin operasyonuna katılıp ölen asker sayısı ise Mart ayının son haftası itibariyle 49’dur. Birkaç hafta önce Güzelyurt (Omorfo) bölgesindeki bir okulda 18 Mart Çanakkale Şehitlerini anma günü vesilesiyle yapılan bir etkinlikte bir çocuğun üzeri şehit olmuş gibi Türk bayrağıyla örtülmüş, başka çocuklar da “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Vatan eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” pankartı tutmuşlardır. Bir milletvekiline göre bu milli(!) eğitimin bir parçasıdır; milli değerleri ve milli tarihi öğrenmenin en iyi yoludur. Oysa eğitim bakanlıklarının asli görevi evrensel değerleri öğretmek ve yalnızca ulusal tarihi değil ulusların ve insanlığın tarihini anlatmaktır. Fakat eğitim millileştikçe bu idealden uzaklaşılması doğaldır. Milli(!) Eğitim Bakanlığı’nın çizdiği sınırlar içinde ancak ilerici öğretmenler inisiyatif alıp farklı bir bakış açısıyla barışı, yaşamı ve evrenseli öğretmeye gayret etmektedir. Diğerleriyse içi boş ve anlamsız törenlerle, üstüne üstlük ölümü kutsallaştırarak ve kutsayarak çocukları millileştirmeye çalışmakta, tek taraflı yazılmış resmi tarih kitaplarıyla da bunu desteklemektedirler. Bu sürecin sonunda ise millileştirilebilmiş tüm (erkek ve fakir) çocuklar savaşa ve ülke için ölmeye hazır vatandaşlar haline getirilmektedir.
Ölümün güzel gösterilmesi çocukları nasıl örseleyebilir diye soran yazarlarımız da mevcuttur. Onlara göre Madam Tussauds’daki korkutucu mumdan heykeller ne kadar zararsızsa, çocuklara şehit sıfatını yükleyip onları yere yatırmak ve üzerlerine bayrak örtmek de o kadar zararsızdır. Oysa birincisi para verilerek yapılan bir eğlencelik, ikincisi ise devlet destekli bir propagandadır. Birincisinde aktif biçimde karar veren çocuklar, ikincisinde ise pasif biçimde maruz bırakılan çocuklar söz konusudur.Tabii bu noktada çocukların böylesi törenleri nasıl algıladıkları, ayrıntılarını ne kadar belleklerinde tuttukları ve bu yaşantıların günlük düşünüş ve davranışlarını nasıl etkilediği de önemlidir. Bundan hiç etkilenmeyen, gülüp geçen, olayı oyunlaştıran çocuklar da mevcuttur. Ancak onların mevcudiyeti hiçbir şekilde olayın kendisini meşrulaştırmamaktadır. Ölüm kavramını yeni yeni anlamaya ve anlamlandırmaya başlayan çocuklara ölümü öğretmek değil, ölümü özendirmektir çünkü yapılan. Ve bu, çocuğun iyiliği için değil milli devletin bekası için yıllardır tekrar edip durmaktadır.
Unutulmamalıdır ki milli devletlerin aynı bekası için çıkan savaşlarda bir zamanlar çocuk olanlar ölüm sistematik biçimde kutsallaştırıldığından ve bu bilgi zihinlerinde şemalaştırıldığından, düşünmeden/sorgulamadan ölebilmekte ve öldürebilmektedir.
Peki bu tutumları değiştirmek için ne yapılmalıdır? Öncelikle toplumsal tepki vermek önemlidir ki bu tepki bayrak örtme olayında verilmiş ve Eğitim Bakanlığı konuyla ilgili soruşturma başlatmıştır. Ancak etkiye tepki sistemin değişmesi için yeterli değildir.
Eğitim Bakanlığı’nın önündeki Milli kaldırılmalı, bakanlığın görevleri yeniden tanımlanmalı ve öncelikli olarak evrensel değerleri öğretmek amaçlanmalıdır. Tüm kitaplardaki savaşı ve ölümü özendirici bilgiler ayıklanmalı, yerine barış kültürü yerleştirilmelidir. Savaşlar anlatılırken tek taraflı kahramanlaştırıcı anlatımlar terkedilmeli, diyalektik bir bakış açısıyla savaşın gerçek kazananlarının ve kaybedenlerinin kimler olduğu tartışılmalıdır. Savaşın acı yüzü illa gösterilecekse Kıbrıs’ın her yerinde bulunan toplu mezarlar ziyaret edilmeli ve faşizmin neden insanlığın düşmanı olduğu anlatılmalıdır. Tabii bunları yapabilecek istek ve cesarete sahip siyasi hareketlerin varolması ve iktidar mücadelesi vermesi gereklidir. Yoksa çocuklar devletin vatandaşları olarak büyümeye, devletin bekası için ölmeye ve öldürmeye devam edeceklerdir; törenlerde ya da savaş alanlarında…
** Bu yazı ilk olarak Gaile Dergisi’nde yayımlanmıştır.
Fatih Bayraktar
Bağımsızlık Yolu Üyesi