Doğayı sevdiği değil, onun bir parçası olduğu aşikardı. Ayaklarının altındaki toprağa kök salıyor, dokunduğu ağaç gövdesinde elleri dal dal oluyordu adeta. Bir salyangozun kabuğu gibi, doğanın da bizim evimiz olduğunu biliyordu. Bireysel yaşamında doğayla barışık yaşamaya çalışıyor, ekoloji örgütlerinde, çevreye duyarlı siyasi hareketlerde rol alıyordu. İnanıyordu, uğraşıyordu… Ama bir şeyler ya eksik ya fazlaydı, olmuyordu, olamıyordu. Bir kamp ateşinin başında yan yana düşmüştük. Işıldayan gözlerinde umudu gördüm. Bu yazı “O”na ve umudadır…
Bunaltıcı şehir yaşamından usanmıştı. Hareketsiz bir koşuşturmacanın içinde boğuluyor, trafik keşmekeşinden kaçmak istiyordu. Kardeşini kanserden kaybettiğinden beri yediklerinin doğal olmasına özen gösteriyor, kendisi ve ailesi için organik sebze-meyvelere servet ödüyordu. Ama yine de mutsuz ve kaygılıydı. Onunla, bir köy gezisinde, kaçıp yerleşeceği bir yer ararken karşılaştık. Sesinde titrek bir merak vardı. Bu yazı “O”na ve merak ettiklerinedir…
Geçmişte gönül verdiklerine şimdilerde gönül koymuştu. Unutmamıştı ağırına giden şeyleri; o meşhur koltuklara oturanların ihanetini, doğanın değil paranın yeşilini sevdiğini… Küskündü ama içi içine sığmıyor, çok sevdiği dağlar, denizler, ormanlar için sorumluluk duygusuyla eylemlere katılıyordu. Bizi kızdıranlara karşı birlikte direnmiştik bir keresinde. Yürüyüşündeki çekingenlik kalmış belleğimde. Bu yazı “O”na ve tüm çekinenleredir…
Katil kim?
Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu
ve taşı yonttuğumuzdan beri
yıkan da, yaratan da biziz,
yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.*
Günümüzde, ölüm kalım meselesine dönüşen çevre sorunları, bugünkünden farklı içerik ve derecede olmakla birlikte binlerce yıldır yaşanıyor. Ormansızlaşma, toprak erozyonu, suların kirlenmesi, hayvanların neslinin tükenmesi gibi konuların çok eski dönemlerde de görüldüğüne dair, milattan önce yazılmış pek çok yazılı kanıt var. Fakat her şeye rağmen eski çağlarda insanlığın amacı doğanın düzenini anlamak ve onunla uyum içinde yaşamaktı.
Feodal dönemlerde toprağa bağlı yaşayan insan toplumları, yeryüzünü, besleyen bir ana şeklinde düşünüyor, ona saygı duyuyordu. Aydınlanma döneminden itibaren ise bilim, doğayı anlamak yerine ona egemen olmaya evrildi. Tek tanrılı dinler de insanın, doğanın efendisi olduğu fikrini besledi. Kentleşme, endüstrileşme ve teknolojideki ilerlemeler, insanın doğayı daha fazla işlemesine vesile oldu. Rekabetin ortaya çıkması ve kapitalizmin doğuşuyla, doğayı koruyacak son etik sınır da ortadan kalktı. Kar uğruna doğal kaynakların sömürülmesi ve kirlilik hızla arttı. İlk başlarda, doğanın taşıma kapasitesi (kendini yenileyebilme yeteneği) sebebiyle pek önemsenmeyen bu katliam, artık küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin azalması, “doğal” afetler gibi büyük çevresel felaketlerle bir cinayete dönüşmüş durumda.
Peki, katil kim? Yıkan da yaratan da bizsek, çevre sorunları da zaten hep vardıysa katil biziz, hepimiziz! İşte, gerçek suçluyu gizlemek için uydurulan ve vicdan sahibi insanları inandırmaya çalıştıkları koca bir yalan! Denize petrolünü dökenle, marketteki naylon poşeti biraz fazladan kullananı aynı sanık kürsüsüne çıkarmak… Deodorant sıkanı da bacasına filtre takmayanı da küresel ısınmadan sorumlu tutmak, üstelik uluslararası sera gazı ticaretini çözüm olarak sunmak! Evet, hem bireysel hayatımızda hem toplumumuzda değiştirmemiz gereken çok şey var ve bunun için uğraşmalıyız. Ancak kapitalist sistemin doğası gereği, doğayla asla barışamayacağını bilmek ve gerçek bir doğa sever isek ona göre konum almak zorundayız.
Eşkali belirlendi
İçinde yaşadığımız sınır tanımayan iktisadi sistem, sürekli genişlemek zorundadır. Büyüme geçici bir süre için bile durursa sistem krize girer. Kapitalizmin temel itici gücü ve varlığının tüm sebebi karların ve zenginliğin birikim yoluyla artırılmasıdır. Bunun için sürekli ve daha fazla mal üretilmeli ve tüketilmelidir. Petrol, doğal gaz gibi kaynaklara ulaşım ve denetim için savaşlar çıkarılmalıdır. Ucuz emek ve kısa bir zaman sonra çöpe dönüşecek malları satacak yeni pazar ihtiyacı, küreselleşme ile sağlanmalıdır.
Sistemin, bugüne takabül eden neoliberal döneminin başat özelliği olarak, piyasa dışı kalan ne varsa (Bediz’deki ağacın gölgesinden, Lefke’deki maden atığına kadar) sermayenin hizmetine sunulmalıdır. Dolayısıyla kapitalizmde doğa, insanların diğer türlerle birlikte yaşamak zorunda olduğu, belli sınırları olan bir yuva değil, iktisadi genişleme sürecinde sömürülmesi gereken bir yerdir.
Ancak katilin kolayca tanınabilecek dış görünüşünden daha ürkütücü, sinsi bir yüzü var: Kapitalizm yalnızca bir ekonomik sistem değil; kültürel ve toplumsal yapıyı da kurguluyor. Böyle doğa düşmanı bir sistemin sorunsuz işlemesi için hırs, bireycilik, rekabet, diğerinin sömürülmesi ve tüketimcilik insan doğası gibi gösteriliyor ve başka türlü bir kültür hayal bile edilemez hale geliyor. Oysa biliyoruz ki insanın ortaya çıkışından bu yana geçen zamanın %99’undan fazlasında, dayanışma ve gruba karşı sorumluluk gibi nitelikleri teşvik ederek hayatta kalabildik. Yine yapabiliriz… Yeter ki yalanlara inanmayıp, sistem içi çözümler öneren sığ bir çevrecilkle ya da bireysel kaçışlarla yetinmeyelim.
İğneyi kendimize batırmak
Pek çok çevreci, Sovyetler Birliği, Çin gibi sosyalizmi yaşatamamış örneklerin ekoloji konusundaki hataları yüzünden, faturayı sosyalist veya Marksist teoriye kesiyor. Oysa sınıfsal ve demokratik özünden çok farklı bir noktaya gelen, üretimde kapitalizmle rekabete girerek bürokratik bir diktatörlüğe dönüşen bu örnekler, sadece çevre sorunlarını değil insanlığın diğer sorunlarını da kalıcı olarak çözemedi.
Yine de sosyalizm kavramı hala sermayenin yerine geçmeyi temsil ediyor. Eğer bugün yaşadığımız düzenin hem insanlar hem de insan dışı doğa için barbarlığa dönüştüğünü görüyorsak, katilin eşkalini de belirlediysek, o zaman sistemin yol açtığı krizleri alt edebilecek bir ekososyalizmi yaratmamız gerekiyor. Zaten son yıllarda açıkça doğaya saldıran sermaye karşısında, nehirleri savunan Amazon yerlilerinden ağaçlara sarılan Hintli kadınlara, HES’lere direnen Anadolu köylülerinden kentsel (rantsal) dönüşüme karşı mücadele eden yoksul mahalle halklarına kadar, dünyanın farklı yerlerinde çeşitli ekososyalist direnişler kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu atmosferde, bizim küçük adamızda da geçmişten çıkardığımız derslerle, yarının ödevini yapma sorumluluğuyla ilerliyoruz.
Emek en yüce değer midir?
Devrim denen o güzel hayal ile bugünün mücadelesini örerken sadece emeği ve emekçiyi değil doğayı da eşit oranda gözetiyoruz. Çünkü biliyoruz ki; emek en yüce değer değildir. Doğa olmaksızın üretimin hiçbir türü mümkün olamayacağı gibi; emek, insan ve doğa arasındaki sonsuz bir zorunluluktur.
İnsanlık, geçmişten günümüze, maddi ve manevi ne yaratmışsa doğadan faydalanarak, emeği ile yaratmıştır. İnsan ve doğa bir bütündür. Bu bütünün bir yarısını robotlaşmış bir iş gücü haline getirip mutsuzlaştıran, diğer yarısını ise hammadde olarak görüp sömüren sisteme karşı, bu yazı “O”nlaradır…
sizi çağırıyorum:
kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve güneşli sokaklar için,
üzüm karası, saman sarısı saçlar ve çocuklar için*
Umudunu al, kaygılanmayı bırak, çekingenliğini at; Bağımsızlık Yolu’nda örgütlen.
(*) Nazım Hikmet’in “Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz?” şiirinden.
Nazen Şansal
Bağımsızlık Yolu Üyesi