Başlıktaki birinci sorunun yanıtını okuru yormadan baştan verelim: Evet Britanya’da 12 Aralık seçimlerinden İşçi Partisi iktidarı çıkması mümkün. Ama dengeleri ezilen çoğunluk lehine değiştirecek bu iktidar ihtimalinin yolu bir hayli engebeli, dolambaçlı ve sarp…
Seçime iki hafta kala anketlerde İşçi Partisi iktidardaki Muhafazakar Parti’nin yüzde 10 kadar gerisinde görünse de bu çok anlamlı bir veri değil. Britanya seçim sisteminde rakibinden daha az oy alıp daha çok milletvekili çıkarmak mümkün.
650 milletvekilinin her biri, yaklaşık 50 bin seçmenlik bir dar bölge tarafından seçiliyor. Bölgede en yüksek oyu alan kazanıyor: Fark ister 1 oy, ister 10 bin oy olsun. Bu bakımdan yarışı belirleyen, oyların birbirine yakın olduğu bölgelerdeki tercihler olacak.
Avrupa Birliği ile ilişkilerin geleceğini de belirleyecek olan Brexit ekseni, seçmen tercihlerini değiştirebilecek önemli faktörlerden biri ve Muhafazakar Parti’nin en önemli kozu.
2016’da yapılan Brexit referandumunda, AB’den ayrılma eğiliminin ağır bastığı bölgelerde bu konu Muhafazakar Parti’ye bir avantaj sağlıyor. AB ve göçmen karşıtı Brexit Partisi’nin birçok bölgede aday çıkarmayarak verdiği destek de bu avantajı iyice büyütecek.
Ama bunun tersinin geçerli olduğu yerler de var. Örneğin Brexit karşıtlığının ağır bastığı Londra ve çevresindeki bölgelerde Muhafazakarlar bu sebeple muhtemelen oy kaybedecek.
Muhafazakarlar muhtemelen İskoçya’da da ağır darbe alacaklar. İskoç seçmen, Brexit referandumunda AB’den ayrılmaya yüzde 60’ın üzerinde “hayır” demişti. Bu nedenle bölgede Brexit süreciyle İskoçya’nın iradesinin ayaklar altına alındığı hissiyatı çok yaygın. Son seçimde İskoçya’dan 13 milletvekili çıkaran Muhafazakarların şimdi bunların çoğunu kaybedebileceği ve bölgedeki en güçlü siyasi hareket olan bağımsızlıkçı İskoç Ulusal Partisi’nin bölgedeki 59 sandalyenin çoğunu alarak iyice güçleneceği tahmin ediliyor.
Fakat seçimin sonucunu belirlemekte Brexit’ten daha etkili olabilecek bir faktör var: Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin, neo-liberal ekonomi politikalarını tersine çevirmeyi, sosyal ve ekonomik adaleti, temel kamu hizmetlerini devletleştirip güçlendirmeyi, yeşil sanayi devrimiyle iklim krizine yanıt vermeyi vadeden manifestosu, yeterince seçmeni ikna edebilecek mi?
Özellikle son on yıldır yaşam kalitesi giderek düşen dar gelirli seçmenin bu manifestonun cazibesine kapılmaması için çırpınan Muhafazakar Parti, daha önce eşi benzeri pek görülmemiş, hatta kendi saflarında bile yer yer rahatsızlık yaratan, faullü bir kampanya yürütüyor ve büyük medyadaki desteği de azımsanacak gibi değil. Tecrübeli seçim uzmanı John Curtice belki de bunun yarattığı kuşkuları dikkate alarak, seçmenin aslında Corbyn’in manifestosunu çoktan beğendiğini, ama partinin bunu hayata geçirebileceğine henüz ikna olmadığını söylüyor.
Ama bunun o kadar isabetli bir tespit olmayabileceğine işaret eden gelişmeler de var.
Örneğin Britanya’nın 163 önde gelen iktisatçı ve akademisyeni, bu hafta, sermaye çevrelerinin gazetesi Financial Times’a “İşçi Partisi bu manifestoyla iktidarı hak ediyor” başlıklı bir açık mektup yolladı ve İşçi Partisi’nin 10 yıldır devam eden ekonomik durgunluktan çıkış için doğru formülleri geliştirdiğini söyleyerek ve Corbyn’e önemli bir destek vermiş oldular. Fakat en heyecan verici olan şey, seçimin ilan edilişinden bu yana, dört hafta içinde 3.5 milyona yakın, üçte ikisi 35 yaşın altında yeni seçmenin kaydını yaptırmış olması. Bu, seçim süreçlerinde normal sayılan kayıtların iki-üç misli ve seçmen sayısının yüzde yedisini oluşturuyor. İşçi Partisi işte bu milyonlarca gencin sandıkları patlatacağı umudunu taşıyor.
Gelelim başlığımızdaki ikinci soruya: Bütün bunlar bizi niçin heyecanlandırmalı?
Twitter’da izlemeyi sevdiğim hesaplardan SolHafıza, bu hafta 23 Kasım 1994 tarihli bir kupür yayınladı: Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve ilk Özelleştirme Yasası, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmişti. Dönemin başbakanı Tansu Çiller meclise teşekkür konuşmasında, “Bugünü çocuklarınıza torunlarınıza anlatırken, ‘Türkiye, coğrafi bölgesindeki son sosyalist devlet olmuştu. Biz onu yıktık’ diyeceksiniz” demişti.
Türkiye’de 12 Eylül darbesi eliyle mümkün kılınıp Turgut Özal’ın bayraktarlığında zafere ulaşan neo-liberal ekonomi politikalarının, ABD’de Ronald Reagan başkanlığı, İngiltere’de Margaret Thatcher liderliği ve Latin Amerika’daki benzerleriyle aynı döneme rastlaması tesadüf değildi. Birbirinden binlerce kilometre mesafede emeğiyle yaşayan milyonlar aynı politikalar yüzünden hem yoksullaşmış hem de hak ve özgürlüklerinden çok şey kaybetmişti.
Bütün bunları hatırlayınca, şimdi dünyanın birçok başka köşesinde olduğu gibi Britanya’da ve belki gelecek yıl yapılacak seçimlerde ABD’de de bunun tersine rüzgarlar esmesi ihtimali, bütün dünyanın ezilenleri için heyecan verici değil de nedir?