Dün pek çok kişi, milletvekili Birikim Özgür’ün “özelleştirmeyle solculuğun hiçbir alakası yoktur” sözlerini tartıştı…
Hemen baştan belirteyim; niyetim, bu sözleri tartışan pek çok kişinin yaptığı gibi Birikim Özgür’e “solculuk dersi” vermek ya da “gerçek solculuğun” ne olduğunu anlatmak değil…
Tek tek kişilerin söylediği sözler, sosyal gerçekliği anlamlandırmak ve açıklamak açısından pek etkili olmayabilir ancak tek tek kişilerin söylediği sözlerin insanların zihninde veya toplumsal gelişmelerde etkisi oluyorsa, durup üzerine biraz düşünmek gerekir…
O yüzden benim yapmak istediğim şey de, Birikim Özgür’ün sözlerini değerlendirmek değil, bu sözlere “sen solculuğu yanlış biliyorsun solculuk böyle değildir, senin yaptığın liberalliktir” türünden “didaktik” cevaplar verilmesindeki tehlikeyi dilim döndüğünce dile getirmektir…
***
Her şeyden önce solculuk, sol değerler, sosyalistlik ya da sosyalist değerler “bir şey” değildir…
Onlar, tarihsel ve toplumsal gelişmelerde bağımsız olarak hiç değişmeyen bir şekilde havada asılı duran, ve bireyler/örgütler/sınıflar tarafından “sahiplenilmeyi” bekleyen kavramlar, değerler ve adlandırmalar da değildirler…
“İdeal bir dünyada”, kullandığımız kelimelerin/kavramların/söylemlerin “en doğru ve gerçek ifade edilişinin ve içeriklendirilişinin” bulunduğu ama gerçek dünyada kullanılan kelimelerin/kavramların/söylemlerin ise ancak o ideal gerçekliğin ya çarpıtılmış hali, ya iyi ifade edilse de mükemmel olmayan hali, ya da ancak birkaç “müthiş zeki ve bilgili insan” tarafından anlaşılabilecek şeyler olduğu fikri, Platon’un idealar dünyası felsefesine dayanır ki sosyalist mücadeleyle sıkı ilişki içinde olan materyalist düşünce, tam da idealizmin bu en saf haline karşıdır en çok da…
Ancak işin ilginci, “solculuğu” ya da sosyalizmi savunurken, bunu tam da idealist bir düşünüş biçimi aracılığıyla yapmak, en iyimser tabirle korkunç bir ironi, en kötümser tabirle de, kapitalizme karşı mücadelenin en önemli biçimlerinden olan ideolojik mücadeleyi kavrayamamış olmak demektir…
“Sol değerlerin” ya da “sosyalist değerlerin” ne olduğu meselesi, her şey gibi, tarihsel ve toplumsaldır…
Bir basit örnekle ne demeye çalıştığımı daha net ifade etmeye çalışayım…
Bundan 50 sene önce, örneğin İngiltere’de “eğitim ve sağlık bir hak değildir, bu meseleler de, diğer her şey gibi piyasa kurallarıyla idare edilmelidir” deseydiniz, bunun “sağcı” bir düşünce olduğunu sadece solcular değil sağcılar da kabul edecekti…
Ancak bugün, İngiltere’de, bundan 50 yıl önce eğitimi ve sağlığı sorgulanamaz (ve haliyle de ücretsiz) bir hak olarak gören pek çok “solcu”, aslında “solculuğun” illa ki eğitim ve sağlığı piyasa kurallarından tamamen uzak tutmayı gerektirmediğini söyleyebilirler ve bundan daha da mühim olan, toplumsal algıda da solculuk ile eğitim ve sağlığın bir hak olduğu arasındaki düşünce bağı, 50 yıl öncesine göre çok zayıflamıştır (ki, klasik liberal iktisadın fikir ‘babası’ sayılan Adam Smith’in, meşhur Ulusların Zenginliği kitabında eğitim ve sağlık gibi temel konuların piyasanın insafına bırakılamayacağını söylediğini biliyor muydunuz?)…
İngiltere örneğini, Kıbrıslı Türk halkının –İngiltere ile gerek tarihsel gerek beşeri bağları sebebiyle- olan bağını akılda tutarak verdim ki “solculuğa” dair bu dönüşümün 70’lerin başında nasıl başladığını, Tony Blair döneminde de nasıl aleni bir hale geldiğini yaşı biraz büyük olanlar rahat hatırlayacaktır…
Şimdi denilecektir ki, “iyi de İngiltere’deki bazı sosyalistlerin solculuğun tanımını böyle değiştirmesi, solculuğun gerçekten ne olduğunu değiştirmez ki”…
Peki “solculuğu” belirleyen nedir ?..
Kim karar verir sol değerlerin ne olacağına?..
Marx mı karar verir mesela ?..
Hani, hayatının bir döneminde, Britanya’nın Hindistan’ı sömürgeleştirmesini –sömürgecilerinkinden çok farklı nedenlerle de olsa- olumlu bulan Marx mı ?..
Ki Marx sonra bu meseleyi yanlış değerlendirdiğini dile getirip, Hindistan meselesinde farklı bir tavır almıştı (ki Marx’ın bu meseleyi neden “yanlış” değerlendirdiğinin kendisi de tarihsellikle ilgili bir şeydir)…
Bu durumda sanırım Marx’a da kusursuz bir güven duyamayız ki belki de biraz daha fazla yaşasa, belki başka bazı fikirlerini de değiştirecekti…
Peki kıstasımız nedir ?..
Cevap, “ideolojik mücadele” meselesinde yatıyor, açalım :
***
Her şeyden önce, “nesnel gerçeklik” ile “o nesnel gerçekliğe dair verilen ideolojik mücadele” arasında bir ayrım gözetmek lazım…
Örneğin, bir patronun kâr yapmasının en etkili yollarından biri işçilerinin emek gücünün ürünlerinden ve sonuçlarından artı-değer’i çekip alması, yani bilindik adıyla işçiyi sömürmesidir…
Postmodern bir dangalak değilseniz, işçinin sömürülüyor oluşunun nesnel bir gerçeklik olduğunu (yani “farklı yorumlara göre değişme ihtimali bulunmayan” bir olgu olduğunu) söyleyebilirsiniz…
Ancak bu nesnel gerçeklikle “ne yapacağımıza” dair bütün “fikir yürütmeler” ideolojik mücadelenin konusudur…
Biri çıkıp “evet, aklı olan şirketini kurar, maliyetleri düşürür (ki bu maliyete işçilerin hak ve ücretleri de dahildir) ve zengin olur” der…
Biri çıkar der ki, “işlerin böyle yürümesi, yani sömürü meselesi, doğanın bir kuralıdır, böyle gelmiş böyle gider ve ortadan tamamen kaldırılamaz, ancak biz, adaletli insanlar olarak, bu sömürüyü hafifletecek bazı önlemler alabiliriz”…
Bir başkası da çıkar ve der ki “bu sömürü ilişkisi ne doğaldır ne de ezelidir; kapitalizm, tıpkı diğer bazı sömürüye dayalı üretim biçimleri gibi, tarihin bir döneminde ve bazı koşullar çerçevesinde ortaya çıkmıştır ve elbette o koşulları dönüştürerek sömürüyü ortadan kaldırabiliriz”…
Bunlardan hangisi “doğru” ?..
Hiçbiri…
Daha doğrusu, bu yaklaşımlardan hiçbiri bir “nesnel gerçeklik” değil…
İşte tam bu noktada devreye “ideolojik mücadele” giriyor…
Toplumsal algıda (ama özellikle emekçilerin, işsizlerin, gençlerin algısında), yukarda tarif ettiğimiz o nesnel gerçekliğe ilişkin yaklaşımlardan hangisi baskın geliyorsa, yani o ideolojik mücadelenin taraflarından hangisi daha güçlü çıkmışsa, tam o anda da “doğru” o olur. Elbette o “doğru” nesnel bir gerçeklik değildir ve ayrıca er ya da geç birilerinin lehine ve başkalarının da aleyhine yine değişecektir ama en nihayetinde, o anda, o toplumsal koşullarda, o tarihselliğin içinde, “doğru” o olur…
Bu “doğru savaşları” elbette sadece farklı yaklaşımlar arasında değil, aynı kavramı sahiplenen gruplar arasında da gerçekleşir (ki hem bu yazının konusu olan örnek, hem de sol’un tarihi, kendi içine dönük ideolojik mücadelelerdir)…
Hal böyle olunca, Kıbrıslı Türk siyasi yaşamının düşünüş biçimlerinde, “özelleştirme” fikrinin gittikçe doğallaşması, “ekonomik aklın” bir gereği sayılması, “kamu zaten hantal, memurlar da çok maaş alıyor o yüzden özelleştirelim gitsin de kaliteli hizmet alalım” düşüncelerinin yaygınlaşması, ve bunun solcular tarafından da seslendirilmesi ve daha da önemlisi, toplumsal algıda, “özelleştirme” ve “piyasa” meselelerinin “soldan ve sağdan bağımsız olarak teknik anlamda ekonominin bir gereği olduğu” düşüncesinin yaygınlaşması, soldan doğru ciddi bir ideolojik mücadele verilmesi (ya da verilen mücadelenin yaygınlaştırılması) gerektiğinin en büyük göstergesidir…
Elbette ideolojik mücadelenin parçalarından biri, Birikim Özgür gibi “solculuk” hakkında ahkam kesme cüretini kendinden bulan neoliberallerin ağzının payının da verilmesidir…
Ancak “solculuğun” kitapta yazılı olan bir tanım olduğunu, toplumsal ve tarihsel gelişmelerden ve ideolojik mücadelelerden bağımsız olarak “orda bir yerlerde” durduğunu ve “tüm çarpıtmalardan korunduğunu” düşünüp sırtımızı koltuğa yaslarsak, tıpkı bugün olduğu gibi, solculuk hakkında neoliberalin biri çıkıp ahkam kesme cüretini kendinde bulabilecektir.
Celal Özkızan
Baraka aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.