Yine toplumca canımızı sıkan, gerilim ve hararet dolu günlerden geçiyoruz. 9 Ekim 2019 tarihinde Türkiye, bir süredir gündeminde olan Suriye’deki güvenlik koridorunu oluşturmak için, “Barış Pınarı Harekatı”na başladığını duyurdu. 12 Ekim 2019 tarihinde de Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı sosyal medya hesabından bu harekata dair görüşlerini ifade ettiği bir yazı paylaştı…
Ve sonrasında kelimenin tam anlamıyla kıyamet koptu…
Türkiye’nin en tepesinden en sıradan vatandaşına varana kadar akıl almaz bir linç başladı. Bir süredir türlü manevralarla pasifize edilmeye çalışılması, bürokrasinin arka yollarından dolanarak bypass edilerek saf dışı bırakılması neredeyse rutine binmişti ancak bu derece vicdansız ve ürkütücü bir kampanyaya kurban edilmesi en kötümser tahminlerin bile ötesindeydi.
İşin aslı son günlerde öyle galiz küfürler, hakaretler hatta tehditler okuyoruz ki; gördüklerini ve yaşadıklarını algılayabilmek için çok dahi ciddi bir ilave efor sarf etmek gerekiyor. Tahriklere kapılmadan, sinirine yenik düşmeden ne tepki verebileceğini düşünmek bile imkansıza yakın hale geliyor. Çünkü ortada inanılmaz bir küfür teatisi ve gerilim var. Bu ortamda sakin kalabilmek, itiraf etmek gerekir ki çok zor…
Öncelikli olarak işe Sayın Cumhurbaşkanı’nın açıklamasıyla başlamak gerek sanırım. Çok sade ve anlaşılır bir dille yazılmış olmasına rağmen çarpıtılan o açıklamayı kısım kısım hatta cümle cümle ele alıp biraz daha açmak gerekiyor.
“Bazen sessiz kalmak söyleyecek sözünüz olmadığından değildir. Bazen durumlar o kadar karmaşıktır ki, bazı kestirmecilerin kolaycılığında “Evet” ya da “ Hayır “la geçiştirilmesi mümkün değildir. Söyleyeceklerinizle durumu etkileme olanağını göremediğiniz durumlarda sessiz kalmak da gerekebilir. Ancak Türkiye’nin Suriye’deki son operasyonu konusunda sürekli üzerime geliniyor. Kimi görüşümü merak ettiğinden, ama bir çoğu da kendi politik amaçlarına malzeme yapmak telaşı ile sabırsızlanıyor. Bazı çok bilmişler de bu sessizlik üstüne komplo teorileri bile icat etmeye başladılar. Bu durumda ne düşündüğümü açıklamak kaçınılmaz oldu” diye başlıyor meşhur açıklama. Bu kısım aslında son dönemde maruz kaldığı müdahalelere yönelik bir açık bir gönderme. Ancak hem yazının ilerleyen kısmında ele alacağım, hem de bu linç kampanyası içinde fazla gündeme gelmediği için detaya girmeyeceğim.
“Her şeyden önce içimizde Türkiye’nin iyiliğini ve terör belasından kurtulmasını istemeyen olduğuna inanmıyorum. Mesele “Türkiye’nin iyiliği nerededir?” sorusunun yanıtındadır. Bu sorunun gerçek muhatabı elbette Türkiye’de yaşayanlardır.” Terör örgütlerine destek olmakla itham edilen bir insanın ifadeleri bunlar. Aynı zamanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kınanma yarışına girilen, “benim cumhurbaşkanım değil” denilen bir adamın “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti halkının düşünceleri değil” denilen açıklamasında yer alan ifadeler. “İçimizde Türkiye’nin iyiliğini ve terör belasından kurtulmasını istemeyen olduğuna inanmıyorum” dedi. “Bizim görüşümüzü yansıtmıyor” diyen çevreler artık Türkiye’nin iyiliğini mi istemiyor, yoksa terör belasından kurtulmasına mı gönülleri razı değil; çıkıp kendilerinin açıklaması gerekiyor… “Mesele “Türkiye’nin iyiliği nerededir?” sorusunun yanıtındadır. Bu sorunun gerçek muhatabı elbette Türkiye’de yaşayanlardır” Başta Türkiye’nin son yıllarda yakın ilişkiler içinde olduğu Arap birliği olmak üzere dünyanın pek çok yerinden operasyona tepki yağarken, Türkiye’ye yönelik türlü türlü yaptırımlar gündemdeyken ve Sayın Cumhurbaşkanı’na bu linci layık görenler tüm bunlara da “siz bizim devlet meselemize karışamazsınız” diye tepki gösterirken “Türkiye’nin meselesidir, Türkiye’de yaşayanları ilgilendirir” demiş aslında. Bugün Avrupa’nın herhangi bir devlet başkanı, başkanı geçtim bürokratı şu cümleyi kursa neredeyse bir caddeye adını verecek kadar bunu duymaya aç bir kamuoyu var. Ama Mustafa Akıncı bu açıklamayla terör örgütlerine destek vermiş…
“Ama benim inancım Suriye topraklarının artık neredeyse 10. yılına girmekte olan savaşa doyduğu noktasındadır. On yıldır akan kan bundan böyle de akmaya devam ederse barışa ulaşmak mümkün olmayacaktır.” Türkiye makamları da zaten Suriye topraklarında süren savaşın artık bitmesi gerektiğini düşündüğünü ifade ediyor. Hatta yazının devamında da eleştiri konusu olacak olan “Barış Pınarı” isminin çıkış noktası da aslında bölgede iç savaş sebebiyle akan kanı durdurup bir barış getirme hedefiyle harekata başlanmış olmasıdır. “On yıldır akan kan bundan böyle de akmaya devam ederse barışa ulaşmak mümkün olmayacaktır” cümlesi aslında harekatıngerekliliğini vurgularken, talihsiz bir şekilde(!) terör örgütünün jargonuyla bağdaştırılıp harekatın hemen bitirilmesi çağrısı gibi algılanmış. Üzerine bir sonraki cümlede de diyalog kelimesinin geçmesi ile olaylar bambaşka bir noktaya doğru harekete geçti.
“Bana göre Türkiye’nin mutlu ve huzurlu geleceği Türkü – Kürdü – Arabı ve Türkmeni ile tüm bölge halklarının diyalog içinde inşa edecekleri bir düzenle mümkün olacaktır. Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde kendi sınırlarına sahip çıkabileceği ve Türkiye’nin de kendi sınırlarını güvende hissedebileceği bir durumun yaratılması gerekiyor. Bunun için kanımca Türkiye ile Suriye arasında en erken zamanda ilişkilerin yeniden tesis edilmesinin büyük yararı olacaktır.”bölümü asıl yaygaranın koparılmasına sebep oldu. Bunun sebebi de hareket karşıtı kesimin “kanı durdurun” ve “diyalog” sloganlarının birbirini takip eden cümlelerde tesadüfen yer alması oldu. Bölgedeki terör unsurlarının yok edilmesi sadece bir çözümdür. Ancak gerçek barış, hem fiziki şartlardan hem de kağıt üzeri anlaşmalardan bağımsız olarak öncelikle insanlar arasındaki bir ilişkidir. Bunun da yolu şüphesiz ki diyalogdur.
“Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde kendi sınırlarına sahip çıkabileceği ve Türkiye’nin de kendi sınırlarını güvende hissedebileceği bir durumun yaratılması gerekiyor. Bunun için kanımca Türkiye ile Suriye arasında en erken zamanda ilişkilerin yeniden tesis edilmesinin büyük yararı olacaktır.” diyor sayın Akıncı. Peki Sayın Recep Tayyip Erdoğan ne diyor? “biz Kürtler, Araplar ya da başka bir kesimle değil teröristlerle savaşıyoruz. Zalimlere karşı bu halklarla beraber mücadele ediyoruz”. Aslında en temel haliyle bir diyalog çoktan kurulmuş bile. “Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız. Biz oraya işgale değil bir güvenlik koridoru oluşturmaya gidiyoruz” diyor. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Mustafa Akıncı’ya “haddini bil” ayarı çekmesine sebep olan açıklama aslında kendisiyle neredeyse aynı ifadelerin yer aldığı bir yazı aslında…
“Bunun da ötesinde Türkiye’nin Mısır dahil diğer bölge ülkeleriyle bozulan ilişkilerinin de düzeldiğini görmek en büyük dileğimdir. AB ile kavgalı değil işbirliği içinde bir Türkiye herkes için daha iyi olacaktır. 1974 yılında 27 yaşındayken, Faşist Yunan Cuntasının neden olduğu Türkiye’nin askeri harekatında ben de her genç Kıbrıslı Türk gibi görev aldım. Lefkoşa’da Dereboyu’ndaki savaşta arkadaşlarım yanımda şehit düştüler; pek çoğumuz gibi ben de savaşın ne demek olduğunu yaşayarak öğrendim. Bu nedenle savaşın acılarını hiç bir toplumun yaşamasını istemem. Türk- Kürt- Arap hiçbir çocuğun burnunun kanamasını arzulayamam. Daha önce de söyledim 1974’te biz adına Barış Harekatı desek de bu bir savaştı ve akan da kandı. Şimdi Barış Pınarı desek de akan su değil kandır. Bu nedenle bir an önce diyalog ve diplomasinin devreye girmesi en büyük dileğimdir.” şeklinde sona ermiş açıklama. Buradaki “Barış Pınarı desek de akan su değil kandır” cümlesi de yine manşete çıkarılan bir laf oldu. Savaşa dair en birincil gerçek budur, savaşlarda ne yazık ki kan akar. Savaş karşıtlarına savaşa hayır çığlığı attıran da, militarist kesimin savaşı ve özellikle savaşmayı yüceltmesine sebep olan savaşlardaki yaralanmalar, ölmeler, öldürmelerdir. Bu operasyondan güncel bir örnek vermek gerekirse, Mustafa Akıncı’yı linç eden kesimin öve öve bitiremediği “düğüne gidiyoruz abi” diyen bir asker vardı. O asker belki kan dökeceği, belki kendi kanı döküleceği hatta ölebileceği halde güle oynaya gidiyoruz dediği için övülüyor. Uzun lafın kısası savaşlarda su değil kan akıyor… Ancak bu lafa bile farklı anlamlar yüklenmiş. Bir an önce çatışmaların son bulup diyalog ve diplomasinin devreye girmesini dilemesi de yine terör örgütü ağzı olarak algılanmış.
Özetlersek aslında Mustafa Akıncı Türkiye’nin bir an önce terör belasından kurtulmasını dilemiş, bu konunun sadece Türkiye’de yaşayan insanları ilgilendirdiğini söylemiş, Suriye iç savaşının artık durması gerektiğini ifade etmiş, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ve Türkiye’nin sınırı boyunca bir güvenli bölge tasis etmesi gerektiğini vurgulamış. Yani bugün Türkiye Devleti’nin bu harekathakkında tüm argümanlarını tasdik ve tekrar etmiş. Ancak buna rağmen “terör örgütü ağzıyla konuşup Türkiye düşmanlığı hatta vatan hainliği yapmak” iddiasıyla böylesine büyük bir linç dalgasının hedefine oturdu. Bunun durumun aslında birkaç boyutu var…
Bugün Türkiye’de devlet otoritesi tarafından inkaredilmeye, hasıraltı edilmeye çalışılsa da ciddi bir faşizm var. Düşünce ve ifade özgürlüğüne artık sadece sözlüklerde rastlanabiliyor. Basın ve medya hatta haber dışında kalan televizyon ve radyo yayınları hem devletin otokontrolü hem de büyük medya patronlarının tekelleşmesi sonucu artık yekpare bir hale gelmiş durumda. Bunun yanında mevcut iktidarın temel politikasının ötekileştirme ve nefret üzerine kurulduğunu göz ardı etmemek gerek. Bu ikisi bir araya gelince ciddi bir linç kültürünün oluşmamasını beklemek hayalcilik olurdu. Nevşin Mengü’nün bir youtube kaydında “yorum yapmama şansın yok, övmek zorundasın” şeklinde bir tanımı var günümüz Türkiye’sindeki “ifade özgürlüğü”ne(!) dair. Her ne kadar bunu uzaktan uzaktan takip etsek de toplum olarak belki de ilk defa ciddi ciddi tecrübe etmemize sebep oldu bu hadise.
Mustafa Akıncı’ya dair saldırının Türk medyasında ve dolayısıyla Türkiye halkında bu derece yoğun şekilde yaşanmasının altındaki temel faktör bu. Yani Mustafa Akıncı aslında söyledikleri için değil, söylemedikleri için bugün Türkiye’de ciddi bir boy hedefi halinde. Kitleler ne yaptığınız ya da ne dediğinizi değil onun yorumlanışından haberdar olup sizi yargılayabiliyor. Türk medya takipçilerinin gerçeklik algısı, en az medyanın tamamına güvenleri kadar sarsılmış durumda. Ben eminim ki Mustafa Akıncı’ya bu derece küfürler hatta tehditler savuranların önemli bir kısmı açıklamanın tamamını okumayı geçtim göz ucuyla bile bakmamıştır. Bu bilgi ve enformasyon çağında dahi hurafeler gerçeklerden daha çabuk ve köklenmiş olarak yayılabilmektedir.
Tabi bahsi geçen bu faşizmin bir de politik kısmı vardır ve ne yazık ki mekanizma aynı şekilde işlemektedir. Siyasi mücadeleler sataşma, hedef saptırma ve hurafeler üzerinden dönmektedir. Eleştirmek değil, söylenmesi isteneni söylememiş olmak hatta hiç konuşmamış olmak bile suçlanma sebebi olabilmektedir. Sayın Akıncı’nın bir süredir hükümet aracılığı ile iç politikada, dışişleri bakanı aracılığı ile dış politikada pasifize edilme hamlelerinin ardında; artık alıştığımız(!) muameleden bir tık fazlasına hedef olmasında biraz da bu etken vardır. İşin özünde Türkiye ile uyum(!) konularında öncekilerden farklı olmasa da sadece söylemlerine bile tahammül edilmemesi Mustafa Akıncı’nın şahsından ziyade Türkiye’de değişen siyasal iklimle ilgilidir. Tek adamlık rejiminin bir getirisi olan tüm kurumların ağız birliği olayının dışında çıktığı her olay Ankara tarafından hanesine bir eksi olarak düşülmekte ve türlü şekillerde yaptırımlara maruz kalmaktadır.
Bu olayın bir de iç politika ve ülke insanı tarafı var. Sağ siyaseti “devleti biz kurduk, biz yaşatacağız” sloganına, sol siyaseti ise “bir şekilde barış olsun da Dünya’ya entegre oluplegal bir devlet kuralım” cümlesine sığdırmış durumdayıztoplum olarak. 15 Kasım 1983’ten bu yana alırsak 36 senedir bu iki cümlenin üzerine bir kelime bile ekleyemedi her iki taraf.
Sağ taraf “devletimize sahip çıkacağız, yaşatacağız” sloganlarını ağzından eksik etmiyor. Ancak devletin devamlılığını sağlayıp yaşatmaya, hatta sadece günlük işleyişine proje/fikir yaratmakta ve uygulamakta aynı başarıyı hiç gösteremiyor. Dış politikaya yönelik söylemleri kınama ya da bir yerlere siyah çelenk bırakma haricinde bir eylem pratiği maalesef geliştiremedi. Ülkenin iç işleyişine yönelik bir fikir geliştirmeyi bile abartıp düşmanlık gibi gösteren, bireylerini korkutan bir öğretiyle bu konudaki hem yetilerini hem de kendine güvenini kaybetti.
“Sol”(!) siyaset de “devletin kendi kendine yetemediği ve korsan olduğu” tezlerine sarılıp çözüm çığlığı atmaktan başka bir hamle yapmıyor. İmkanları dahilinde yapıp yapabileceğinin sadece görüşme masasına gidecek lideri belirlemek olabileceği gerçeğiyle bile yüzleşmiş değil.Toplumsal bir çözüm iradesi ve onun yansıması olan bir liderin görüşmeci olarak makama gönderilmesi elbette bir çözüme ulaşabilmek için elzemdir. Ancak hedefi sadece bununla sınırlayıp, oraya çözümden yana bir yönetici gittiği anda bir çözüme ulaşılacak algısı yaratmak hem sarf edilen eforun boşa gitmesine hem de “biz elimizden geleni yaptık olmuyor” yanılgısı ve yılgınlığına sebep oluyor.
Devletin kendisine, işleyişine, dinamiklerine; kısacası halkın gündelik yaşamında boğuşmak zorunda olduğu alakalı iki taraf da ne ciddi bir fikir üretiyor, ne de ciddi bir irade ve eylemlilik ortaya koyabiliyor. Doğası gereği halk için yapılması gereken sol siyaset halktan kopuyor. Sağ ise her seferinde daha bir gür sesle patlattığı “bu devleti biz kurduk” söyleminin etkisiyle halk tarafından sorumlu göründüğü için organik bağı olan kesimler haricinde kalan halkın daimi bir boy hedefi haline geliyor. Siyasi mücadeleler halktan koptukça o iki cümleye daha da bir sarılıyor. Siyasi mücadeleler o iki cümleye sarıldıkça halk siyasi mücadeleden daha da bir kopuyor.
Ve bu kısır döngü içerisinde debelenip duruyoruz. Bu da eninde sonunda herkesin kendi başının çaresine bakmaktan önünü dahi göremediği mevcut modele sürüklüyor. Siyasi mücadele sadece makam uğruna yapılan bir hale geliyor. Ne seçimi olduğu farketmeksizin seçim sebebi “o bizden değil” noktasından bir adım öteye gidemiyor. Sıradan vatandaş da mecburen kendi durumunu kurtarıp ayakta kalabilmek için çırpınıyor. Ya bir şekilde bir “torpil patlatıp” kendine bir mevki-makam ayarlamanın ya da bir şekilde kişisel menfaat sağlamanın peşine düşüyor.
Ne kadar acıdır ki yıllardır bu durumu değiştirmeye yönelik tek bir cümle dahi tez geliştirmemiş ve halkı hayat koşulları karşısında yalnız bırakmış olan siyasi mücadele çıkıp halkı bireysellikle suçlayabiliyor. İşine geldiği konularda dayatmalarla istediği siyasiye istediğini yaptıran ancak bu modelin gelişimini sağlayan sürece karşı çıkmayan Türkiye de farklı kademelerden farklı şekiller altında bu topluma hakaret etmekten çekinmiyor.
1974 yılından bu güne tam 45 yıl geçti. Hem sağ, hem sol hem de Türkiye’nin Kıbrıs’a dair politikasına baktığımızda hala daha 1974 sonbaharındaymışız gibi kalmış söylemlere saplanıp kalındığını görüyoruz. Sağ “siperlerden gaçmayın da Rumlar her an gelebilir” tedirginliğini aşamadı. “Sol”(!) ise “biz Kuzey’e toplandık galiba ada bölünüyor” telaşından öteye gidemedi. Türkiye ise Yasemin Kumral’ın söylediği şarkı eşliğinde dönüp duran “geldik sizi kurtardık” plağına takılmış durumda.
Aradan tam 45 yıl geçti. Yazı ile kırk beş yıl. 45 yıl boyunca hayat devam etti. 45 yıl boyunca bu toplum yaşamaya devam etti. Sağ ve “sol”(!) ayırt etmeksizin siyasi mücadelenin yaptıklarını, Türkiye’nin yaptıklarını, bu toplumun yaptıklarını ve yaşananları yok sayıp her sıkışma noktasında 45 yıl öncesine dönmek ne kadar sağlıklı olabilir? Her gün hayat mücadelesine devam eden toplumun da 45 yıl öncesinde kalmasını beklemek ne kadar gerçekçidir?
Bugün bu topluma seçilmiş lideri üzerinden nankörlükten hainliğe kadar uzanan ithamlarda bulunup hakaretler eden, küfürler savuranlar en basitinden bu halkın bugün ne yedip ne içtiğini dahi bir fikir sahibi midir? Bugün bu topluma demediğini bırakmayanlar, bu toplumun geçtiği cendereden kendileri geçse acaba ne tepki verirlerdi?
45 yıllık bu kısır döngü içindeki ülkedeki “poletika” koltuğa oturma odağına sıkışıp kalmış durumdadır. “Ana akım” siyasal yapılar devletin işleyişinden umuru olmayan, toplumun dertlerine hüzünlü gözlerle uzaktan bakan, hizmeti değil koltuğu fikirsel anlamda merkeze koymuş bir havadadır. İşin en acıklı tarafı her hamlesini o koltuk uğruna yapan siyasilerin gerektiğinde o koltuğun itibarını dahi alenen ayaklar altına alacak kadar pervasız olabilmesidir.
Bu kısır döngünün ve umutsuzluğa itilmenin toplumdaki yansımaları da dramatiktir. 45 yılın yaşanmışlıkları, kırgınlıkları, hesapları her geçen saniye artmaya devam etmektedir. Buna sosyal medyanın birleştirici gücü(!) ve tartışma ortamı da eklenince bu artış da günden güne ivmelenmektedir. Bu da toplumdaki tahammülün, hep övündüğümüz hoşgörünün giderek azalmasına sebep olmaktadır. Siyasal anlamda kendi dertleriyle ilgili sarılacak bir fikir bulamayan toplum kendini siyasalmış süsü verilen şahsi kavgalara vermiş durumdadır. Ve bu da kendi hafızası içinde ayrı bir tarih oluşturmaya başlamıştır artık…
Mustafa Akıncı’ya yapılan linç hareketinin Kıbrıs ayağını değerlendirirken, birileri düşünce özgürlüğüne saygılıymış gibi görüp “doğru konuştu ama yanlış zamanda konuştu, toplumu ikiye böldü” teziyle yüklenirken toplumun geldiği noktayı da gözardı etmemek gerek. Zaten eleştirdiğimiz küfürlere varan eleştirilerin yanı sıra küfürü küfürle eleştirmek gibi tezat bir durumun ortaya çıktığı gerçeğiyle de yüzleşmemiz lazım.
Kıbrıs’ın kuzeyinde bugün Kıbrıslı Türkler, göçmen olarak 1974 sonrası farklı dönemlerde adaya gelip burayı yurt bellemiş Türkiye kökenli yurttaşlar ve üçüncü ülkelerden çalışma izniyle adaya gelmiş emekçilerden oluşan bir yapı vardır. Bu üç grubun da varlığını, kendince bir yaşam tarzı ve değerlerini göz ardı etmek çok büyük bir yanlıştır. Toplumun tüm kesimlerinin birbirinin varlığını kabul edip birbirine saygı göstermesi toplum olabilmenin temel şartıdır…
Bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde “marjinal gruplar” şeklinde etiketlenen devrimci kesime, etiketi takanlar tarafından ataçlanan bir öcü var “Türkiye Düşmanlığı” şeklinde. Sağ kesim tarafından, hatta ilginçtir zor durumda kalınca bazı “sol”(!) kesimler tarafından(kahrolsun bağzı şeyler) böyle bir itham yapılır. Türkiye’de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan medya üyeleri, duyduklarına inanmak durumunda olan Türkiye yurttaşları, hatta yolda otostop çekerken arabaya aldığınız askerlik görevi için adada bulunan genç adam ya da işyerinde tanışıp samimi olduğunuz Türkiye’den adaya gelmiş bir emekçi. Hepsinin kafasında aynı cümle yerleşmiştir “bunlar Türkiye düşmanıdır” diye…
İşin aslı adanın kuzey tarafında bir örgütlü ya da kitlesel bir Türkiye düşmanlığı yoktur. Bu toplumu oluşturan farklı kökenden grupların değer yargıları ve hassasiyetleri üzerinden birbirine saldırıp bundan rant elde etmeye çalışan kesimlerce yaşatılıp ayakta tutulmaya çalışlan bir olgudur “Türkiye Düşmanlığı” adı altında pazarlanan şey. Var olan ve mücadele edilmesi gereken asıl tehlike budur…
Kıbrıs’ın kuzeyinde kimisi sivil kimisi resmi görevli olup Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımını körüklemek için farklı şekillerde çabalar gösteren bir güruh mevcuttur. Bunların kimisi sadece maddi, kimisi sadece manevi, kimisi de kişisel/kariyerle ilgili ikbal duygusu içindedir. Bu kişilerin eliyle yapılan bu tarz tuzaklara ne yazık ki toplumun önemli bir kesimi düşmektedir. “Türkiye düşmanlığı” denen öcü bundan ibarettir ve var olmasa bile bu tarz suni teneffüsler devam ettikçe hayatta gibi görünmeye devam edecektir.
Bu durum hem tüm düşüncesini ve varlığını Türkiye sevgisi üzerine endekslemiş olan sağın, hem de çoktan kopmuş olduğu halkta bir heyecan yaratamayacak duruma gelmiş olan “sol”(!)un işine gelen bir durumdur. Sosyal medya sayesinde etkileşimin de artmasıyla bu tarz yaygaralar daha çabuk kopup çok daha hızlı büyüyebilmektedir. Jenerik sosyal medya iletileri ve iğnelemeler ile başlayan süreçler bu olayda olduğu gibi küfürleşmelere kadar gidebilmektedir. Üstelik bu kısır döngü, var olan gündelik sorunlara yenileri eklenmesine rağmen çözüm aramak için kimsede hal kalmaması en çok da Türkiye hükümetlerinin işine gelmektedir. Hem Kıbrıs’ın kuzeyindeki toplum bir şekilde oyalanmakta, hem iç siyasette ihtiyaç duyuldukça birkaç popülist söylemle bonus puan kazandıracak bir koz elde kalmakta, hem de var olan sistemin çarpıklığı içinde herkes istediği şekilde at koşturabilmektedir…
i
Bu noktada toplum bu kısır döngüyü kırabilmek için birlikte durmasının, örgütlülüğün gerekliliğinin ve kendisine sağlayacağı gücün farkına varmalıdır. En canlı bir örnek olarak, Mustafa Akıncı’nın görev süresi boyunca genelde sergilediği doğru tutuma ve ciddi bir kamuoyu desteğine rağmen örgütlü bir desteğin yokluğunu son yaşananlar dahilpek çok olayda bir zayıflık olarak gözlemlemek mümkün olmuştur. Bireyler hayat mücadelesinden arta kalıp siyasete ayırabildiği kısıtlı enerjisini geçmişte kalmış siyasi sloganlar ve hesaplaşmalar üzerinden sürüp duran tartışmalara değil gündelik sorunlarının çözümüne kanalize etmelidir. Bu yönelimi ve heyecanı sağlayabilmek de gündelik sorunları dert edinen, bunları çözmek için gerçekçi fikir üretip eylemlilik içinde olan, düşünce sisteminin ve hassasiyetinin merkezine emeği, emekçileri koyan bir mücadelenin varlığı ile mümkün olacaktır.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki “sol”(!) siyaset ne yazık ki bu pratikten uzaklaşmış, gündelik sorunların hepsini bir şekilde düzenin çarpıklığıyla ilişkilendirip yegane çözüm önerisi olarak da sadece kendi çabasıyla mümkün olamayacak bir “Kıbrıs sorununa çözüm”ü sunmaktan öteye gidemez hale gelmiştir. Bu da hem toplumla olan bağlarını koparmış, hem de kendi özünden soyutlanmasına sebep olmuştur. Gericilere gösterdiği reaksiyonu gericiliğe, emek sömürenlere gösterdiği tepkiyi emek sömürüsüne, yolsuzluk yapanlar için kopardığı yaygarayı yolsuzluğun kendisi için çıkaramayan; uzun lafın kısası ideolojiye değil mevkilere yoğunlaşan bir görünüme bürünmüştür. Hal böyle iken adanın kuzeyinde gündelik sorunlar ve emek ekseninde samimi bir sol mücadele verme çabasını ve potansiyelini ortaya koyabilen yegane kesim olarak sık sık “marjinal grup” diye ifade edilen devrimciler göze çarpmaktadır.
Zaten Bağımsızlık Yolu’nun Baraka Kültür Merkezi ile başlayan, daha sonra bir örgüte oradan da bir siyasi partiye evrilen mücadelesinin çıkış noktası da bireylerin kendi gündelik sorunları ekseninde mücadele eden bir örgütlülüğe dair hissettiği eksikliktir. Yani dışarıdan lanse edilmeye çalışıldığı gibi bir yerlerden “hade siz da çıkın böyle bişeyleryapın” diyerek dizilmiş toparlanmış bir örgüt değildir. Bireylerin çok temel bir ihtiyacı gidermek amacıyla bir araya gelmesiyle, yoldaşlığıyla filizlenip olgunlaşmıştır. Teorisiyle, pratiğiyle, eylemliliğiyle gündelik sorunlar ve emek ekseninde mücadelesini gücünün son zerresine kadar samimiyetle sürdürmektedir. Bireylerin ve toplumun önyargılarını kırmasıyla, bir şekilde aynı yolda yürüyüp aynı meydanda omuz omuza durdukça daha da kalabalıklaşacak ve gücüne güç katarak mücadelesine devam edecektir. Çünkü gündelik hayat şartlarının, emek sömürüsünün, çarpık düzenin adaletsizliğinin cenderesini kırabilmenin yolu örgütlü mücadeleden geçmektedir…