Genel olarak Psikoloji, özelde ise akıl sağlığıyla ilişkili çalışan Klinik Psikoloji’nin tarihçesi incelendiğinde modernleşme/kapitalistleşme süreçlerine paralel bir gelişim süreciyle karşılaşırız. Bu durum özellikle eleştirel psikologlar tarafından kaygı, depresyon gibi en yaygın görülen psikolojik sağlık sorunlarının aslında kapitalist sistemin bir yan etkisi olduğu şeklinde yorumlanır. Bazı istatistikler de bu yorumları destekler niteliktedir. Örneğin İngiliz Psikiyatri Birliği’nin 2015 verilerine göre batı toplumları olarak ifade edilen ve çoğu kapitalist sistem içinde yaşayan toplumlarda genel nüfusun neredeyse %20’si depresyon belirtileri göstermektedir. Kapitalizmin merkezi ABD’de her on Amerikalı’dan biri depresyon teşhisi almaktadır. Bu teşhisi alanların sayısı ise her yıl %20 oranında artmaktadır. Kapitalist toplumlarda 1945’ten itibaren (yani İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından) ağır depresyon vakalarında 10 kat artış meydana gelmiştir.
Bu istatistikler açık bir biçimde kapitalizm-depresyon ilişkisini ortaya koymaktadır. Kapitalizmin yeni evresi neo-liberal dönemde ise bu artışın çok daha dramatik olduğunu görebilmek için soğuk rakamlar değil farkında bir göz yeterlidir. Neo-liberalizm yalnızca ekonomiyle ilişkili değildir. Aynı zamanda sosyal bir dönüşümü de içermektedir. Bir yandan her nesnenin metalaştırıldığı kar odaklı bir ekonomi yaratılırken, diğer yandan bu ekonominin yapı taşları ve destekleyicileri olacak bireyselleştirilmiş rekabetçi insan tipleri yetiştirilmeye çalışılır. İşte kaygı da, depresyon da en çok bu insan tiplerinde ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu insanlar hiçbir kolektif değere dayanmadan yalnızca kendi potansiyellerine inandıkları için her daim yıkılabilecek sırça bir köşk içinde yalnız yürümektedirler. Ne yazık ki bugünün sosyal medya devrimcisi sinik solcu karakterler de artık örgütlülüğe inanmadıklarından (!) bu gruba dahil olabilmektedirler.
Kapitalizmin yeni ve daha vahşi yüzü neo-liberalizm bir yandan sorunu yaratırken, diğer yandan sistem içinde sorunu çözmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken de hem Psikoloji bilimini, hem de para-psikolojik yapıları kullanabilmektedir. Özellikle Klinik Psikoloji’de yaygın olarak kullanılan Bilişsel-Davranışsal Terapi* bireysel olarak psikologların kullandığı başarılı bir teknik olmaktan çıkmış artık bazı devletlerin sosyal politikalarına yön verebilecek bir duruma gelmiştir. Örneğin Guy Standing ‘Prekarya-Yeni Tehlikeli Sınıf’ adlı kitabında İngiltere’nin işsiz vatandaşlara ve vatandaş olmayanlara sekiz seanslık Bilişsel-Davranışsal Terapi önerdiğini yazar. Bu durum açık bir biçimde işsizliğin nedenine odaklanmak yerine, işsizliğin getirdiği davranış sorunlarına sistem içi bir çözüm arama gayretinden başka birşey değildir. Kaldı ki işsizlik sonucu oluşan rahatsızlık/uyumsuzluk aslında devrimci bir potansiyel taşıdığından, terapi bu potansiyeli sönümlendirmek için de kullanılmaktadır. Diğer yandan gittikçe yaygınlaşan meditasyon/enerji terapileri de neo-liberal ellerde bireyselleştirilmiş arınma önerileri olarak sunulmaktadır. Bu bireyselleşme bazen o kadar aşırı hale gelmektedir ki AB/ABD/Rusya emperyalizminin savaş alanı haline getirilen Suriye’den kaçan bazı mültecilerin Temmuz ayında Bodrum’da sahile yakın bir yerde batan gemilerini, bir grup insan meditasyonlarını hiç bozmadan izleyebilmiştir. Çok açıktır ki bu insanlar için bireysel kurtuluş herşeyin önünde yer almaktadır.
Sözün kısası sistem kah bilimsel kah bilim dışı yollardan kendi bozduğu akli dengeyi onarmaya çalışmaktadır. Bu noktada sistem denilen şeyin yukarlarda biryerlerde olmadığını, insanların günlük yaşamlarına içkin bir biçimde sürdüğünü belirtmek sanırım yanlış olmayacaktır. Sistem eğer insanlar onu içselleştirmez, tekrar ve tekrar yeniden üretmezse var olamaz. O yüzdendir ki insanların düşünme biçimlerinde, alışkanlıklarında, tutum ve davranışlarında yaratılacak en küçük değişimler bile devrim provasıdır. O yüzdendir ki devrimciler yeri geldiğinde sistemin araçlarını yine sisteme karşı kullanmasını bilen insanlardır. Örneğin yukarda sözü edilen terapi biçimi uysal ve boyun eğmeye hazır insanları uyandırmak, ayağa kaldırmak için de kullanılabilmektedir. Sosyal medya sinikler için duygusal katarsis (boşalım) sağlama yeri olduğu kadar devrimciler için bir örgütlenme yeridir de. Önemli olan neo-liberal sistemin insanın psikolojik dengesini ne kadar bozduğunu her fırsatta afişe etmek, sistem içi veya dışı alternatif yollarla bozulanı onarmaya çalışmak, bunu yaparken de her insanda var olan devrimci potansiyeli ortaya çıkarabilmektir.
*Bilişsel-Davranışsal Terapi düşüncelerle davranışlar arasında çok yakın bir ilişki olduğunu vurgular. Bu nedenle sorunlu/uyumsuz davranışların düşünce yapılarını değiştirerek düzeltilebileceğini savunur.
Fatih Bayraktar