Hemen belirtelim: Başlık herhangi bir ironi içermemektedir.
Geçtiğimiz aylarda gazetelere yansıyan bir haber dikkatimi çekmişti. “Dünyanın ilk bebek fabrikası Hindistan’da açıldı” başlıklı bir haber. Oyuncak bebek üretiminin uzun yıllardan beri varolduğunu düşünürsek, başlık herhangi bir yanlış anlamaya imkan vermiyordu. Evet, çocuğu olmayan “batılılar” için Hindistan’da çocuk “üreten” anneler vardı. Nayna Patel isimli bir doktorun girişimiyle açılan taşıyıcı annelerin kiralandığı bir fabrika.
Bebek fabrikasının işleyişi bildiğimiz normal fabrikalardan pek farklı değil. Batıda çocuğu olmayan çiftlerden alınan sperm ve yumurtalıklar (hammadde olarak düşünebiliriz) sayesinde Hintli kadınlar hamile kalıyor (hammadenin işlenip ürüne dönüştürülmesi süreci) ve bu kadınların doğurduğu bebekler 28 bin dolar karşılığında anne-babasına veriliyor. Doğumu yapan taşıyıcı anneye de alınan ücretten 8 bin dolar ödeniyor. Gazetelere yansıyan haberlerde kadınların doğum yaptığı “fabrika-hastane”de her türlü ihtiyacının karşılandığı da belirtilmiş. Yani doğum süresince de bakımları bu fabrika-hastanede yapılıyor.
Bu konu üzerinde bir yazı yazılması gerektiğini düşünmeye başladığım andan itibaren tam olarak nereden başlanması gerektiğini bir türlü kafamda kurgulayamadım. Daha sonra, bahsi geçen haberlerin altındaki yorumları okurken, belki de ilk olarak olaya nasıl bakmamamız gerektiğinden başlamanın daha doğru olacağını gördüm. Aksi takdirde birçok toplumsal olayı tartışırken tosladığımız duvarlara böylesi bir konuda bir kez daha çarpma ihtimalimiz çok yüksek.
Bebek fabrikası üzerine yapılan yorumlarda, temelde iki farklı ve problemli yaklaşım tarzı benim dikkatimi çekti. Bunlardan birincisi, olaya salt ahlaki açıdan bakan ve olayın tüm taraflarını (patron doktor-taşıyıcı anneler-siparişi veren batılılar) işledikleri günah ve rezillik üzerinden tanrıya havale edip olayın yanlışlığını vurgulayan yaklaşım tarzı. Bu tarz yaklaşımın beslendiği değişik kaynaklar olabilir. Örneğin kimisi anneliğin kutsallığına (!) vurgu yaparak bu olayı lanetlerken, bir diğeri de ‘başkasının doğurduğu çocuğu nasıl olurda insan kendi çocuğuymuş gibi sever’ üzerinden olayın piskolojik tarafına vurgu yapabiliyor. Kabullenilmiş toplumsal “iyi” ile “kötü” olan arasında kurulan dengenin sonucu olarak böylesi bir konuda yargılara varmanın bizi çok sağlıklı bir değerlendirmeye götürmeyeceği aşikar.
İkinci yaklaşım tarzı ise olaya daha bir “gerçekçi” yaklaşanlardan oluşuyor. Bunların içerisinde bebek hasretiyle yanıp tutuşan batılı çiftlerin çaresizliğine vurgu yapanlardan tutun da, paraya ihtiyacı olan fakir hintli kadınlar için iyi bir geçim kaynağı olmasından bahsedenlere kadar geniş bir kesim bulunuyor. Hatta fabrikanın sahibi Dr. Patel bu yolla bebek sahibi olanların da çalışanların da gayet mutlu olduğunu belirtiyor. (Bunun, ‘alan memnun, satan memnun. Size ne kardeşim’ mottosunun kibar versiyonu olduğunu hepimiz biliyoruz herhalde). İki tarafın yaşadığı ‘çaresizlik’ ve bunun sonucunda bulunan çözümle iki tarafında ‘mutlu’ olacağı senaryosu kapitalizm içerisinde bize çok fazla anlatılan bir hikaye aslında. Ve eğer biz geçimini sağlayıp mutlu olmak adına başkaları için bebek üretmek zorunda kalan Hintli bir kadının neden bu çaresizliğin içerisinde olduğuna dair en ufak bir sorgulamaya ihtiyaç duymuyor hale geldiysek, sanırım insan olmaktan da vazgeçtik demektir.
Peki, nasıl karşı çıkmalıyız?
Kapitalizmin “üretim” olgusunun ne boyutlara gelebildiği ortada. Bugüne kadar kadın emeğini gerek “görünmez” gerekse ucuz işgücü olarak sömüren kapitalist üretim ilişkileri, bugün artık kadının doğurganlığından da direkt olarak yararlanıp bunu pazara çevirebilecek durumda. Bu da kapitalizmin üretmek için yeni piyasaları yaratmada sınır tanımadığını, belli alanlarda belli sınırlara ulaştığında yönünü değiştirebildiğini, yüzyıllardır ortaya çıkan toplumsal kodlamaları bir anda bambaşka anlayışlara ve pratiklere evriltebildiğini bizlere çok açık bir şekilde göstermekte.
‘Bebek Fabrikası’ örneğinde olduğu gibi, kapitalizm bazen öyle alanlara nüfuz ediyor ki, bakış açısını ısrarla başka tarafa çevirip farklı argümanlar sunanları da köşeye sıkıştırıyor. Mesela, bu konuda birisi çıkıp kadınların sigortası düzenli yatırılıyorsa sorun yok diyebilir mi acaba? Veya eğitimsiz oldukları için böyle şeyler yaptıklarını iddia edebilir mi? Ya da ‘benim bedenim benim kararım’ sloganı bu örnekte geçerli mi? Son zamanlarda öyle şeyler duyduk ki, belki de bu sorulara cevap verecek olanlar vardır, bilinmez. Ancak şu bir gerçek ki, kapitalizm ve onun üretim dediği şeyin sınırlarına dayandığı, en satılmaz denen şeylere bile fiyat biçildiği, kadının emek gücünün aşılıp onun doğurganlığının satın alınabildiği bir çağdayız. Hem de bunun normal sayıldığı…
Serdar Durukan
Baraka Aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.