Dünya ayvayı yemiş durumda. Soğuk savaş dönemini aratmayan bir kutuplaşma yaşıyoruz; bir yanda Almanya ve ABD merkezli Batı güçleri diğer yanda ise Rusya ve Çin merkezli doğu güçleri. Aralarında öylesine kanlı bir kapitalist rekabet var ki, Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm, ya barbarlık” sözü tekrar tekrar anlam kazanıyor.
Ortadoğu bildiğiniz gibi kan deryası. Rusya, İran birilerini, ABD, Suudi ise öbürlerini destekliyor. Günün sonunda Suriye, Irak halkı yarı yarıya katlediliyor. Bu durum ise anca istatistiğe ilgililerin dikkatini çekiyor. Diğer yanda Doğu Avrupa ülkesi Ukrayna AB’ye yanaşmasının ardından dörde bölünüyor; Ruslar Kırım’ı ilhak ediyor, Donesk ve Dombass bölgeleri Rus yanlısı bağımsızlıklar ilan ediyor, AB ise milliyetçi Kiev merkezli hükümeti yanına çekiyor. Savaş ortalığı kasıp kavuruyor. Ukrayna’nın 2. Dünya Savaşı’nda ödediği bedeli bilenler durumun trajedisini daha da iyi anlayacaklardır.
Ortada iyimser bir bakışla adı konmamış bir dünya savaşı var. İyimser diyorum çünkü bu savaş daha büyük bir paylaşım savaşının öncüsü de olabilir. Daha da kötüsü bu savaşta desteklenebilecek bir taraf da yok; sağ twix, sol twix misali bir taraf emperyalist, öbür taraf yine emperyalist.
Yakın coğrafyaya gelince de işler pek farklılaşmıyor. Türkiye Pakistan’ı aratmıyor. Ülkenin batısında her an bomba patlama tehlikesi ile insanlar bir korku dehlizinin içinde yaşamaya çalışıyorlar. Bomba patladığında ise kimin patlattığından dahi emin olunamayacak kadar düşman yaratılmış durumda. Ülkenin doğusunda ise mahalle mahalle bir etnik savaş yaşanıyor. Yeni geçen dokunulmazlıkların kaldırılması yasası ile ise Kürt hareketinin sivil siyasetle söyleyebileceği sözler ellerinden alınmış durumda. HDP’li vekillerin yargılanmaya başlaması ile etnik savaşın tüm ülkeye yayılması ise an meselesi.
Ülke ekonomisi ise girdabın göbeğinde; inşaat sektörü Rusya, Irak ve Suriye pazarlarının ortadan kalkması ile durağan, ülke içinde ise yapılan konutları alabilecek maddi gücü olan yok. Dolayısı ile konutlar boş, şirketler ise iflasın eşiğinde kalıyor. Turizm ise terör ortamının ve Tayyip’in vurduğu Rus uçağını etkisi ile yere çakıldı. Her gün farklı bir şirket iflasını açıklıyor ve bu şirketlere günü kurtarmak adına kayyum atanıyor. İflas açıklamayan bazı şirketler ise iktidarın kendine tehlike görmesi sonucu zorla kayyum ataması aracılığı ile tasfiye ediliyor. AKP iktidarı ülkeyi derin bir ekonomik krize soktu, uzunca bir süredir ise çaresizce ülkenin birikimlerini harcayarak krizi görünmez kılmaya çalışıyor. Krize karşı emperyalistliğe soyunup Suriye topraklarına müdahale çabası ise boğulurken çırpınmaktan farksız bir etki yaratıyor; ülke şehirlerine atılan roketlerin etkisi ile daha hızlı batmaya yani.
Ada yarımızda da maalesef durum hiç iç açıcı değil. Sömürgeciliğin de, işbirlikçiliğin de, neo-liberalizmin de, milliyetçiliğin de ne olduğunu giderek daha iyi anlıyoruz. Türkiye özellikle içinde bulunduğu batak durumun da etkisi ile ufacık adamızı kendisine gelir kapısı yerine koymaya çalışıyor. Ada yarımıza karşılıksız maddi katkıdan, kredi vermeye yıllar önce geçen Türkiye, geçtiğimiz aylarda mal tazmin komisyonuna ödediği tazminatları da ödemeyi durdurmuş durumda. Su konusu ise tam bir facia; işbirlikçi hükümetlerimizin de desteği ile Türkiye fiyatı kendisinin belirleyeceği, verdiği her damla suyun ise alım zorunluluğuna tabi olduğu, o da yetmezmiş gibi yerel su kaynaklarını da kontrol etmesini sağlayacak bir anlaşmayı halkımıza dayatmış durumda. Önüne geleni vatan haini ilan eden milliyetçilerimiz ise resmen halkımızın kaynaklarının satıldığı bu durum karşısında ya üç maymun, ya da daha beteri sömürgeciden çok sömürgeci.
Kamusal olanın giderek yıpratıldığı, özel sektörün ise göklere çıkarıldığı ada yarımızda, sömürü “bu devirde sömürü mü kaldı” diyenlerce tam gaz devam ettiriliyor; uzun çalışma saatleri, güvencesizlik, düşük ücretler ve iş güvenliğinden yoksun çalıştırma, aperatif olarak bol hakaretle destekleniyor. Bu koşullara dur demek adına atılan her çaba ise sermaye temsilcilerinin ve işbirlikçilerinin blok halinde karşı çıkışı ile karşılaşıyor. Arabanın pahalılığına göre ve genelde arabayı satan galerilerce ödenen seyrüsefer vergisinin benzin fiyatlarına eklenmesi ile doğrudan vatandaşın boynuna yüklenmeye çalışılması ise son somut adım. İşte alın size neo-liberalizm. Yani iktidarların artık arada perdeye ihtiyaç duymadan sermayeden yana tutum aldığı sistem.
Milliyetçiler ise sırtlarını gerici sermayedarlara dayamış topluma nüfuz etmeye çalışıyorlar. Olası bir çözüm halinde ayrıcalıklı konumlarını kaybetme tehlikesi ile karşılaşacak kumar sermayedarları ve türevleri toplumlar arası nefreti körüklemek için kurdukları ve sponsor oldukları medyalar aracılığı ile ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Bunu yapmak için de son dönemde Kıbrıslı Elen toplumunun içindeki milliyetçi kesimlerin eylemlerini abartarak kullanıyorlar. Milliyetçiliğin, milliyetçiliği beslemek için kullanılması ironik olsa da, ada insanımız için pek de yabancı değil.
Anlayacağınız dünyada da, adamızda da durum fevkalade bombok. Yine de şunu da görmek gerek bu kriz hali ilk değil. Dünyamız daha önce de böyle fevkalade bombok anlar yaşadı. Fransız İhtilali hemen öncesi Fransa’sı da emin olun bu denli berbat bir ortama sahipti. Hele Bolşevik Devrimi öncesi Sovyet Rusya’sındaki sistemin kokuşmuşluğuna, krizin derinliğine baksanız muhtemelen nihilist olursunuz (nitekim o dönem olan da çok oldu). Ya da Küba Devrimi, Nikaragua Sandinista devrimi öncesine de bakabilirsiniz. Tüm örnekler oluştuğu anlarda dünyada inanılmaz bir kaos hakimdi ve çıkmazın en derinleştiği anlarda sistem ilerici devrimlerle alaşağı edildi.
Kriz anları sistemin en zayıf olduğu anlardır ve ileriye doğru bir adım atmak için de bu durum fırsatlar yaratır. Önemli olan bu fırsatlara senin ne kadar hazır olduğundur. Dalga geldiğinde bu dalgayı yakalayacak ve ileriye doğru bir adım atacak kadar örgütlü olup olmadığındır. Sanırım ada yarımız açısından bahsedebileceğimiz esas kötü durum da bu. Örgütlülüğümüz oldukça zayıf. Bu boşluğun oluşumunda elbette önce revizyonistleşen ardından da yozlaşan ve giderek sağlaşan ex sol partimiz CTP’nin tarih sahnesinden çekilmemekteki ısrarının büyük payı vardır. Küçük sol grupların büyümeye başlayan diğer sol gruplara karşı cephe alma tavrına girmesinin de elbette payı vardır. İstediğimiz kadar sebep sayabiliriz. Ama hiçbir şey ileriye doğru bir adım atmak için tarihsel bir fırsatın eşiğinde olduğumuz gerçeğini değiştirmez.
İçinde bulunduğumuz bu dönemde durumun farkında olanlara önemli görevler düşer. Marx’ın da dediği gibi “Düşünürler bugüne kadar sadece dünyayı değişik biçimlerde yorumlamaya çalıştılar – oysa gerekli olan onu değiştirmektir” . Örgütlü değilse örgütsüzlüğü övmek yerine örgütlenmek. Şahsi kinlere ve egoya göre değil, toplumsal ihtiyaçlara göre hareket etmek. Topluma bir amaç ve bu amaca ulaşmak için bir araç vermekle yükümlüdür. Yani bağımsız bir Kıbrıs’ı önce kendisi hayal edebilmek, sonrasında da bu amaç için bir yola çıkmak ile yükümlüdür.
Mustafa Keleşzade
Bağımsızlık Yolu