Kadına şiddet söz konusu olduğunda, sağcısından solcusuna, dincisinden Kemalist’ine, faşistinden özgürlükçüsüne, karşı olmayan yoktur. Ama ne hikmetse bu şiddet, bir türlü son bulmamakta hatta ülkemizde ve yakın coğrafyamız Türkiye’de her geçen gün artmakta. Toplumun duyarlı kesimleri, farklı ideolojik yaklaşımlar, dolayısıyla da farklı hedeflerle bu alanda mücadele veriyorlar. Konuya, sosyalist feminist bir çerçeveden yaklaşan Bağımsızlık Yolu, geçtiğimiz Çarşamba akşamı “Kadına Şiddetle Mücadele Atölyesi” düzenledi. Kadınlı erkekli bir grubun katılımıyla gerçekleşen sohbet toplantısı, Kadın Eğitimi Kolektifi eğitmenlerinden Cansu N. Nazlı’nın sunumuyla başladı ve birbirini tamamlayan katkılarla devam etti. Bu yazı, sunum ve yorumlarla oldukça zengin bir içerikte gerçekleşen etkinliği kaçıranlara bir özet sunmayı amaçlıyor.
Şiddet nedir?
Şiddet, en geniş tanımıyla bir güç ve baskı kullanma durumudur ve doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Herhangi bir niyetle bir olguya yöneltilen her müdahale şiddet olarak tanımlanabilir. Bir bebeğin doğabilmek için ana rahmini zorlaması, önü kapatılan bir derenin evleri yıkıp geçmesi, saldırıya uğrayan bir insanın saldırgana vurması, tecavüze uğrayan bir kadının meşru müdafaası esnasında tecavüzcüsünü öldürmesi, Filistinli bir çocuğun tanka taş atması… Tüm bunlar şiddetin çeşitli örnekleriyken “şiddet şiddettir”, “her türlü şiddete karşı olmak gerekir” gibi söylemler yersiz ve anlamsızdır. Hele ki feministseniz, en azından kadınların öz savunma hakkını benimsiyor olacağınıza göre şiddeti tamamen olumsuzlamak tutarsızdır.
Kadına yönelik şiddet• Kamusal ve özel alanda gerçekleşen • Kadına karşı meydana gelen• Cinsiyete dayalı• Kadın üzerinde baskı ve üstünlük kurmayı amaçlayan• Tehdit, dayatma, kontrol içeren• Psikolojik, fiziksel, cinsel veya ekonomik zararlarla sonuçlanan• Kadının insan haklarını ihlal eden her türlü eylem ya da eylem tehdididir.
Kaynağında ne var?
Kadına yönelik şiddetin kaynağında, çıkar ve sömürü ilişkileri ile güç ve kontrol vardır. İşyeri, sokak gibi kamusal alanlarda da şiddete maruz kalabilen kadınlar, genellikle eşleri, partnerleri gibi en yakınlarından şiddet görmektedir. Toplumsal cinsiyet rollerindeki eşitsizlik, kadını eve ve aileye duygusal ve ekonomik olarak bağımlı kılarken, erkeğe güçlü, üstün, namus bekçisi gibi roller yüklemektedir. Bu anlamda toplumsal cinsiyet rolleri, şiddetin hem sebebi (ataerkil sistemin, kadınların bedenleri, emeklerive kimlikleri üzerinde denetim ve baskıkurması), hem de sonucu olabilmektedir (şiddetilişkisinin kadınların dezavantajlı konumunuderinleştirmesi ve eşitsizliği yeniden üretmesi).
Kadına şiddetin temelinde erkek egemen toplum yapısı yatmakla birlikte, günümüzde yakıcılığını hissettiğimiz neo-liberalizm ve yoksullaşma, muhafazakârlaşma ve dinsel gericilik de kadına şiddeti artırmaktadır. Yoksullaşmanın kendisi dahi bir şiddettir, ayrıca ev içi gerilimleri artırarak kadına şiddeti beslemektedir. Muhafazakârlaşma, toplumun felsefi olarak akıl ve bilimden uzaklaşması, tüm insanlığı geriletirken kadınların yaşamına; giyimine kahkahasına, sosyal ilişkilerine doğrudan müdahale etmektedir.
Patriarka belası (erkek egemen toplum yapısı)
Bilindiği gibi insanlığın ilkel çağlarında -ki komün halinde yaşanıyor, yiyecek, barınma, giyecek gibi ihtiyaçlar ortak karşılanıyordu- erkek egemen bir toplum yapısı yoktu. Hatta matriarkal (anaerkil) bir kültür vardı. Topluluğun devamı için gereken iş bölümü yapılıyor, kadınlar ve erkekler farklı topluluk işlerinde görev alıyordu ancak bir sömürü ilişkisinden, ezen-ezilenden söz edilemezdi. Çocuklar ise tüm topluma ait olarak yetiştiriliyordu. Yerleşik hayata geçilmesi, şefliklerin oluşması, hayvanların evcilleştirilmesi, tarımın başlaması süreçlerinde özel mülkiyet kavramı ortaya çıktı ve zamanla kültürel bir değişim yaşandı. Çünkü gerek şefliğin, gerekse özel mülkiyetin devamı (babadan aktarımı) için soyun belli olması isteniyordu. Bu da ancak, doğurgan olan kadının bedeninin ve yaşamının denetim altına alınması ile mümkündü. Bu şekilde hayatımıza giren patriarka belası, yüz yıllar içinde değişerek, yenilenen ekonomik sistemlerde yeni kültürel biçimler alarak devam etti. Köleci sistemde kadınlar insan (köle) bile sayılmazken, feodal düzende eve kapatıldı ya da tarlada çalıştırıldı. Kapitalizm ve sanayileşmeyle birlikte üretimi artırmak için emeklerine ihtiyaç duyulan kadınlar, savaşlarda erkek iş gücü kaybı yaşandığında çalışma yaşamına daha aktif girdiler. Tek tanrılı dinlerin erkeği kutsayan yapısı, kadın bedenini ve cinselliğini yüzyıllarca baskıladı. Elbette baskının olduğu yerde kaçınılmaz olan direniş, her tarihsel süreçtekadın mücadelesinde kendini gösterdi.
Erkek şiddetine son verememiş olsak da, kadın özgürleşmesi uğrunda yürünecek çok uzun bir yolumuz da olsa, bugün atabildiğimiz adımlar, bizden öncekilerin bıraktığı yerden başlayabiliyor.
Hukukla hayat arasındaki açı farkı
Ülkemizde kadına şiddeti ve ayrımcılığı önleme ve cezalandırma amaçlı pek çok yasa var. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi (CEDAW), 1996’dan beri yürürlükte ve kâğıt üzerinde her türlü ayırımcılık yasaklanmış durumda.Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 2011’den beri yürürlükte ve devlete şiddeti önlemekle ilgili çok önemli ödevler yüklüyor. Ama ev içi şiddet bilhassa yoksullukla birlikte artarken kadın cinayetleri de devam ediyor. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dairesi Yasası, 2014’te yürürlüğe girdi ancak Daire hâlâ işlevsel değil.
Bu gibi yasaların verdiği hakları elbette istiyoruz ve devletten alacaklıyız ama şiddetin birçok nedeni ortada dururken, sadece mevzuatta yapılan değişiklikler, kadına yönelik şiddetin son bulmasını sağlayamıyor. Görüyoruz ki kadın veya erkek politikacılar, şiddete karşı bu yasaları geçirmiş olsalar bile devletin imkânlarını, şiddeti önleyici mekanizmalar için kullanmıyorlar. O halde iş başa düşüyor…
Topluma bir ileri adımı attırmak adına
Kadına yönelik şiddetin kaynağını kavrayışımız, çözüm arayışımızda yön göstericidir. Erkekegemen kültürel yapıyı değiştirmek için toplumu ve üretim-bölüşüm ilişkilerini değiştirecek bütünlüklü ve uzun soluklu bir mücadele verilmelidir. Bu esnada da kadınların yaşamını bugün iyileştirmek, eşitlik ve özgürlük yolunda ilerlemek adına devleti, sosyal politikaları geliştirmesi için zorlamak zorundayız.
Bugün ülkemizde sadece Lefkoşa Belediyesi’nin sınırlı kapasiteli sığınmaevi haricinde tek bir sığınmaevi yoktur. Her ilçeye bir sığınma evi açılması, şiddet önleme merkezlerinin hayata geçirilmesi, Alo 183 ihbar hattına altyapı ve işlevsellik kazandırılması, kamusal kreş ve etüt merkezlerinin açılması, asgari ücretin ve yoksulluk maaşının artırılması gibi talepler yıllardır yükselttiğimiz konulardır.
Neo-liberal süreçte, sosyal politikalardan kıyın kıyın kaçan devlet, kadınlar için hayati önemdeki sosyal hizmetler alanından da uzak duruyor. Bu boşluğu -iyi niyetle de olsa- doldurmak isteyen projeci, foncu yaklaşımlar da, başka alanlarda olduğu gibi AB, UNOPS, UNDP gibi fonlardan yararlanarak devletin eksik bıraktığı konularda “topluma faydalı” işler yapmaya çalışıyor. Oysa sosyal hizmetlerin özelleştirilmesi diyebileceğimiz böylesi bir süreç, kısa vadede sorun giderici gibi görünse de halkın hak mücadelelerinin önünü keser. İnsanların, sosyal haklarını bilen ve devletinden bunları talep edebilen bir yurttaş olarak bilinçlenmesi ile kendilerine bir STÖ tarafından yabancı fonlarla iyilik bahşedilmesi arasında toplumsal gelişim açısından ciddi bir fark vardır.Proje feminizmi, kadın özgürleşmesi mücadelesini evcilleştirmekte ve apolitik bir şekle sokmaktadır.
Yapılması gereken, kadın dayanışmasıyla bugünün acil sorunlarına çözüm bulmanın yanı sıra devleti yönetenlere, kadına şiddeti önleyici ve kadınları şiddetten koruyucu mekanizmalar için baskı yapmaktır.
Sokağı boş bırakmamak da 25 Kasım Çarşamba akşamı senin atabileceğin küçük ama önemli bir adımdır.
Nazen Şansal
Baraka Kültür Merkezi aktivisti