Memleketimizde “toplumsal sınıflar”dan pek söz edilmez…
Bunun sözünün edilmesinin kaçınılmaz olduğu konulardan da kaçınmaya çalışır egemenler ve egemenlerin medyası…
Örneğin Kıbrıs sorunu gibi konularda, “Kıbrıslı Türkler”den söz edilir, sanki Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan toplumun, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan her insanın ya da sınıfın çıkarı, amacı, niyeti, beklentileri, istekleri ve gelecekleri ortakmışçasına…
“Kıbrıslı Türkler”den bir bütün olarak söz etmenin imkansız olduğu konularda ise, yani Kıbrıs’ın kuzeyindeki sınıfların varlığının belirginleştiği ve birbirleriyle temelden karşı karşıya geldikleri konularda ise nedense garip bir havaya bürünür ortalık…
Mesela bugünlerde asgari ücret meselesi tartışılıyor…
Hatırlayacaksınız, geçmiş UBP hükümeti döneminde asgari ücrette çok küçük artışlar olmuş, buna karşın hayat pahalılığında muazzam bir artış yaşanmıştı…
Aynısı “zam hükümeti” olan CTP-DP hükümeti döneminde de gerçekleşmiş, asgari ücret artışının çok çok üstünde bir hayat pahalılığı ile karşı karşıya kalmıştık ve zaten halâ kalıyoruz…
Dileyen hem UBP hem de CTP-DP hükümetleri dönemindeki asgari ücretin ne kadar arttığına ve buna karşılık hayatın ne kadar pahalılaştığına dair rakamlara, verilere ve istatistiklere bakabilir; ancak bu sözünü ettiğimiz gerçekliği her insan günlük hayatında ve alışverişlerinde deneyimlediği için, çalışanlar her geçen daha da çok temkinli davranmak zorunda kaldıkları için burda durup rakamları sıralamanın lüzumu yok…
Gerçeği en basite indirgerse, cebimize giren kaplumbağa hızında artarken, cebimizden çıkan ise dörtnala bir hızda artıyor…
Ancak işin bu boyutu değil, ve belki de bundan çok daha önemli ve görece yeni bir boyutu var…
Artık asgari ücret, sadece özel sektördeki acımasız ve sömürücü koşullarda çalışan emekçileri değil, Göç Yasası kapsamında kamuya giren emekçileri de ilgilendiriyor…
Özel sektörün durumu zaten malumken, bundan sonra kamuda işe girecek her insanın da Göç Yasası kapsamında işe gireceğini düşündüğümüzde, geliri asgari ücret olan ya da çalışmaya öyle başlayacak olan insanların sayısı günden güne artacak…
Hayat pahalılığı ile birlikte asgari ücreti düşündüğümüzde ise, asgari ücretin ne kadar hayati önemde olduğu, ve daha da önemlisi, her geçen gün artık daha da çok sayıda insan için hayati önemde olduğunu düşündüğümüzde, meselenin ciddiyeti bariz bir şekilde ortaya çıkar…
Çok basit bir örnek verelim : Bugün, Omorfo’da iş bulmak çok zor olmasından dolayı Lefkoşa’da çalışmakta olan pek çok Omorfolu vardır. Omorfo’dan Lefkoşa’ya gidiş geliş benzin parası 30 lira civarındadır. Ayda ortalama dört haftadan 5 iş günü demek 20 gün etmektedir ve bu da sadece işe gidip gelmek için 600 lira harcamak anlamına gelmektedir. Kıbrıs’ın kuzeyinde asgari ücret ise sadece 1560 liradır…
Şimdi “sınıflar” meselesine geri dönelim…
‘İşverenler’ (aslında işi yapanların emeğinin üzerine yatan patron anlamına gelmektedir bu kelime), asgari ücrette en ufak bir artışın yapılmasına bile karşı çıktıklarını ve asgari ücretin olduğu gibi kalması gerektiğini açıkladır; içlerinden gerçekten geçen ise muhtemelen asgari ücretin azaltılması…
Sendikalar ise 1920 lira önerdiler ki bu öneri bile sadece hayat pahalılığını karşılamaya yetiyor ve fazladan bir refah getirmiyor…
Öte yandan, hatırlanacağı üzere, bundan 1 ay bir vekilin, Göç Yasası’nın değiştirilmesi üzerine meclise sunduğu teklifin ardından Kıbrıs Türk Ticaret Odası bunu “popülizm” olarak nitelemiş ve böyle bir şeyin gündeme gelmesinin dahi kabul edilemez olduğunu dile getirmişti…
İçinde on milyonlarca liralık vergi borcu devlet tarafından silinen para ağalarının da bulunduğu ve “zengin tüccarlar kulübü” olan Ticaret Odası, on binlerce insanın hayatını doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen ve gelecekte daha da fazlasını etkileyecek olan hayati önemdeki Göç Yasası’na dair değişikliğin gündeme gelmesinden bile rahatsızlık duyuyor…
Peki ne olacak ?..
Ne olacağını elbette hayat ve mücadele belirleyecek ancak işe, bize sürekli “tüm toplumun çıkarlarından”, “tüm toplumu kucaklamaktan”, “tüm toplumun geleceğinden” söz eden laf cambazlarının ve patron hizmetçilerinin aslında neye hizmet ettiklerini düşünerek başlayabiliriz…
Bir tarafta, gittikçe yoksullaşan, gençleri işe çok düşük bir asgari ücret ve hayat pahalılığı ile başlayan bir halk; öte tarafta ise zengin kulelerinin üstünden bu halka bakıp, aşağıya düşecek olan en ufak bir ekmek kırıntısına bile izin vermemeye çalışan patronların, egemenler ve onların hükümetteki, bakanlıklardaki, meclisteki ve medyadaki sözcüleri…
Ancak egemenlerin ve patronların bilmediği şey şu ki, o kırıntısını bile bizlere koklatmak istemedikleri ekmeğin ununu buğday tarlalarından biz topluyoruz, hamurunu biz kendi ellerimizle yoğuruyoruz, ona ekmek şeklini biz veriyoruz, fırına ekmeği bizim ellerimiz yerleştiriyor ve sofraları da kendi ellerimizle kuruyoruz…
Sonra da küçük bir azınlık o ekmeğe el koyup, bizim karşımıza geçip, bizim ekmeğimiz için bizimle pazarlık yapıp bir de en ufak bir kırıntıyı “taviz” olarak görüyorlar…
“Toplumsal çıkar” diye bir şey yoktur…
Toplumun içindeki sınıfların ayrı ayrı çıkarları vardır…
Asgari ücret başta olmak üzere ne zaman insanların hayatlarına, geçimlerine, refahlarına ve esenliklerine dair konular gündeme gelse, bu gerçek yüzümüze daha sert bir şekilde de çarpmaktadır…
Kimse tüm toplumu “kucaklayamaz”…
Ya içinde olursunuz çemberin ya dışında…
Biz emekçileriz ve emekçilerin tarafındayız; ister kamu emekçisi olsun ister özel sektör emekçisi…
Patronların sözcülüğünü yapanlar da “tüm toplumu kucaklamak” gibi laf cambazlıkları yapmak yerine taraflarını, yani patronların yanında yer aldıklarını açıkça belirtisinler ki sonradan rezil olmak zorunda kalmasınlar…
Patronlar ve onların sözcüleri bizlerin her geçen gün daha da fazla yoksullaşmamızı ve sadece kendi zenginliklerinin büyümesini istiyorlar…
Biz ise, sanılanın aksine “daha çok pay” değil, kendi ellerimizin ve emeğimizin ürünlerinin ve hizmetlerinin sırtından geçinenlerin olmadığı bir dünyayı düşlüyoruz !
Celal Özkızan
Baraka aktivisti
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.