Üretim, sadece tüketilebilen ürünlerin yaratılması değil fikirsel olarak da ortaya birşeyler koyabilmeyi kapsayan bütünlüklü bir süreçtir.
Dolayısıyla üretimden koparılmak da sadece tüketilebilen ürünleri üretemez hale gelmek değil aynı zamanda insanın fikirsel olarak var ettiklerinin günden güne azaldığı, düşünsel çapının giderek daraldığı bir tükenme halidir.
Ayrıca bu hal, insanı git gide başka biri veya birilerine bağımlı kılan bir ilişkiyle beraber ilerler.
Kıbrıslı Türklerin 50’li yılların ikinci yarısından itibaren içine sürüklendiği, 1974 sonrasında da giderek derinleşerek mahkum olduğu yaşam ortamı tam olarak böyledir.
Üretimden koparılarak, ekonomik olarak bağımlı hale gelen, kendi ekonomisi tükendikçe sosyo-kültürel üretimi de azalan ve bu yönüyle de bağımlılaştıran bir kör kuyu bu.
Bağımlı hale gelen bir halk kendi iradesi ve özgücüyle üretme imkanlarını da kaybetmeye başlar.
Kıbrısın kuzeyinde oluşturulan yapı ile Ankara’dan Kıbrıs’a lütfedilen her kaynak bir dayatmanın şartı olarak aktarıldı.
Bunun sonucunda Ankara’yla itaatkar bir ilişki kurup siyasal ve ekonomik destek alanlar ile Ankara’nın dayatmalarına itiraz etmenin sonucu her türlü baskıya maruz kalan iki siyasal kamp oluşmuş oldu.
Tarihsel olarak bakıldığında; Kıbrıslı Türklerin Türkiye Cumhuriyeti’ne bağımlı hale gelip üretken bir halk olma niteliğini kaybetme sürecine karşı olan hep sol olmuştur.
Ankara hükümetlerinin, TC Elçiliği’nin, TC Yardım Heyeti’nin politik, ekonomik, ve kültürel müdahalelerine karşı duran tüm farklı yapılarıyla birlikte hep sol siyaset olmuştur.
Sağ her zaman teslimiyetçi bir anlayışla “vatan millet edebiyatı” üstünden kesesini doldurmakla meşgul oldu.
Solun, Ankara’nın dayatma ve bağımlı hale getirme politikalarına karşı direniş argümanları, Kıbrıslı Türk halkının kendi kendini yönetmesi, kaderini özgür bir şekilde tayin edebilmesiyken, bu argümanları somutlaştırdığı pratiği ise kendi öz gücüyle var ettiği politik eylemliliktir ve solun pratiği, Kıbrıslı Türk halkının her alanda kendi kendini yönetme talebiyle tutarlı bir pratiktir.
Bir diğer deyişle; “üretimden koparılıp asalaklaştırılmaya hayır, halk olarak üretmek istiyoruz” diyen sol, maddi gücüyle, yaratıcılığıyla, kitle kapasitesiyle tüm direniş faaliyetini kendi öz gücü ve üretimi üstünden şekillendiriyordu.
Zaten solu sol yapan pratiklerden biri de buydu.
Ancak özellikle 2003’lü tarihlerden itibaren yaşanan gelişmeler ile USAID, UNDP ve Avrupa Birliği gibi kurumlar üstünden gerçekleşen fonlanma ve projecilik anlayışı Kıbrıslı Türk solunda geniş bir alan kazandı.
Solun gelenekselleşmiş mücadele alanları olan barış mücadelesi, iki halkın yakınlaşması, kadın hakları, ekoloji, kültürel ve tarihsel değerlere sahip çıkma gibi çok sayıda önemli sorun projecilik anlayışının gözde konuları oldu.
Ve bir anda geçmişte solun tüm imkansızlıklara ve baskılara rağmen yürüttüğü mücadeleler büyük oranda, “ekonomik kaynak olmazsa gerçekleşemez” algısıyla ekonomik gücü olan kurumların “desteğine” muhtaç kaldı.
Geçen günlerde sosyal medyada yer alan bir haber tam da böyle bir örnekti.
“Kıbrıs Arkadaşlık Programı için son 5 gün” başlıklı haberde bir proje kapsamında 64 Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Elen gencin Amerika’da aileler yanında bir ay geçireceği, bu etkinliğin ardından da Trodos’ta iki toplumlu bir kamp gerçekleştirileceği belirtiliyordu.
Bu sadece güncel bir örnek. 15 yıla yakın bir süredir politikada yaşanan değişimlerle birlikte yabancı kurumlar üstünden fonlanma sol politikanın olması gereken bir eylemi haline geldi.
Barış mücadelesinde iki toplumlu bir aktivite düzenlecek, hemen bir proje yazılıyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, lgbt haklarıyla ilgili bir kampanya düşünülüyor ve hemen bir proje yazılıyor.
Doğayla ilgili bir sorun var yine bir proje bulunuyor.
Bir tarihi eser restore edilecek, foncu bir kurumun kapısı çalınıyor.
Yapılan projelerin içeriği büyük oranda faydalı olsa da yanıtlanması gereken bir soru halen cevabımı arıyor:
Yıllardır Ankara’nın bağımlısı olmaya itiraz eden sol içeriğinden bağımsız bir şekilde oluşturulmak istenen bu bağımlılık ilişkisine de itiraz etmiyor muydu?
Yani, Ankara hükümetleri bizi bağımlı hale getirdikleri koşullarda her mahelleye bir cami inşa etmek yerine tarihi eser restore etse her şey güzel mi olacak?
Sorun sadece amaçlar, araçlar önemli değil mi?
Kendi dışında öznelere bağımlı yaşamak sadece ekonomik imkanlara sahip olmakla ilgili bir konu değildir.
Sosyo-kültürel boyutları olan ve geleceğe kendine güvenerek ilerlemeyle ilgili bir sorunsaldır.
Kendi öz gücüyle var olmayanların günün sonunda tükeneceği kaçınılmazdır.
Bugün Kıbrıslı Türk solunun büyük oranda içine düştüğü kısırlığının ve üretimsizliğin sebepleri biraz da son on beş yılda yaşadığı değişimde aranmalıdır.
Devrimcilerin yukarıda sorduğumuz sorulara cevapları bellidir.
Bir halkın solcuları için amaç hiç bir zaman “iyiler” tarafından kurtarılmak olmamalı.
Çünkü sol, “kurtarıcıların” dikey ilişkilerine değil, dayanışanların yatay ilişkilerine güvenir.
Devrimciler her zaman içinde bulundukları halkın özgücüne inandılar ve yığınaklarını bu yönde yaptılar.
Kıbrıs ve dünya çapında yaratılan devrimci birikimler de hala yol göstermeye devam ediyor.
Ali Şahin
Bağımsızlık Yolu Üyesi