ADL ÖZEL
Girne Amerikan Üniversitesi çalışanlarıyla başlattığımız röportajlar dizisine, bugün eski bir GAÜ akademisyeniyle devam ediyoruz. GAÜ’de maaşların ödenmemesi ve sosyal yatırımların yapılmaması üzerine gündeme gelen konunun ardından başlattığımız röportajlar dizimiz ilerleyen günlerde de devam edecek…
Soru: Kaç senedir GAÜ’de çalışıyordunuz? Çalışma koşullarınız nasıldı? Çalıştığınız süre zarfında bir değişiklik yaşandı mı?
Yaklaşık 3 yıl çalıştım. Çalışma koşullarımız çok ağır ve kötüydü. 3 yıllık süre zarfında, yönetime yaptığımız tüm çağrılara rağmen, hiçbir iyileşme yaşanmadı.
Hocalar üzerindeki ders yükü çok fazla. Yardımcı doçentler genelde her dönem 6, doçentler 5, profesörler de 4 ders veriyor. Sadece master derecesi olanlar ve GAÜ’de hem doktora yapıp hem ders verenler ise 7 ders veriyor ki bu da insanüstü bir çaba gerektiren bir şey. Bu şartlarda yapılan işlerin ve verilen eğitimin ne kadar sağlıklı ve kaliteli olduğunu tahmin edersiniz. Sadece eğitim veren bir üniversitede herkes maximum 4 ders, doktora öğrencileri de 1-2 ders vermeli diye düşünüyorum. Araştırma odaklı üniversitelerde ise dönem başı ders sayısı 2-3 oluyor genelde. Halbuki GAÜ, bu ders yüküyle hocalardan bir de araştırma yapmalarını bekliyor ki bu imkansız bir şey. İşte bu yüzden okulun yayın performansı çok düşük.
“Fakülte sekreterleri dolaşıp hocaları kontrol ediyorlar”
Hiçbir yüksek öğretim kurumuna yakışmayacak şekilde hocaları 9-5 arası memur gibi okulda bulunmaları için zorunlu tutuyorlar. Daha önce akademisyenlere mesai uygulandığını hiç duymamıştım. Fakülte sekreterleri dolaşıp, hocaları sabah, öğle arası, ve iş çıkışı olmak üzere günde 2-3 kez kontrol ediyorlar. Bunları Excel’e girip rektörlükteki yöneticilere yolluyorlar. Mesai sırasında fakültede olmayanlar kırmızıyla işaretleniyor. Örneğin sabah işe 9:15’te gelmişseniz kolayca göze çarpması için farklı bir renkte Excel’de görülüyor. Bu yüzden zaman zaman bazı hocalara (bazan sırf takmak istedikleri kişilere) uyarı mektupları gönderiliyor. Sekreter, rektörlükten mektubunuz var deyince insanlar panik oluyor. Böyle sudan sebeplerden uyarı alan bir çalışanın motivasyonunu artık siz düşünün. Sırf bu sebeplerden dolayı hocalar ve sekreterler arasında bazan gerginlikler yaşanıyor. Hocalar arasında bile güvensizlik ve paranoyaya yol açıyor. Örneğin, ofisi paylaştığım hoca, her gün, o dışardayken sekreterin gelip bizi kontrol edip etmediğini soruyordu. Bazan koridorda akşam üzeri diyelim ki 4:30’da karşılaştığınız bir hocaya “naber çıkıyor musun?”diye sorduğunuzda hemen panikleyip “Yok, bütün gün burdaydım, başka bir fakültedeki arkadaşıma gidiyorum,” ya da “İzin aldım biraz erken çıkacağım!” diye savunmaya geçiyordu. Halbuki sen sadece merhaba demek istemişsindir. Yani bu ve bunun gibi kurallar yüzünden okulda genel bir huzursuzluk hakim. İlginç olan, bu kurallar herkese uygulanmıyor. Yönetime yakın ayrıcalıklı kişilerin bu kurallara uymamasına göz yumuluyor.
Ayrıca, okul idari yönden tam bir kaos icerisinde. 30 yılda bir sistem oturtamamışlar. Yapılan işlerin çoğu plansız programsız. Özellikle bitmek bilmeyen kayıt dönemleri çok stresli. Bazı hocalar yüzlerce öğrenciyi kayıt etmek zorunda kalıyor. Kapı önleri koridorlar tıkış tıkış, geçilmiyor. Ders kaydı yapmanız gereken o kadar sorunlu öğrenci var ki inanamazsınız. Bu yüzden bu dönemlerde bölümlerle rektörlük ve öğrenci işleri arasında yoğun bir iletişim trafiği yaşanıyor. Bir çoğu sistemsizlikten kaynaklanan bu sorunların çoğunun ceremesini hocalar çekiyor. Öğrenci işleri müdürü ve yardımcılarından ve rektör yardımcılarından azar işitiyorlar. Hiçbir suçun yoksa bile suçlanıyor, kötüleniyorsun. Kaldi ki hata yapan bir çalışana böyle davranılması kabul edilemez.
Altyapı ve yeterli kadro yokken durmadan yeni bölümler açılıyor. Mesela dönem başlıyor ama bazı dersleri verecek hocalar yok. Zaten yurtdışından gelen bir çok hocalar durumu görünce 1-2 dönemden fazla kalamıyordu. Hatta durumu görüp ilk günden ve haftadan istifa edenler de vardı. Zaten okulun da kaliteli personel bulup onları uzun süreli elinde tutma gibi bir derdi veya çabası yoktu. Çark bir şekilde döndüğü sürece sorun yok. Dersler başladıktan sonra zar zor bir hoca buluyorduk ama işe başlayınca hocayı yerleştirecek ofis bulamıyorduk. Ofis varsa sandalye masa yok, veya varsa bile kırık dökük…Günlerce, yeni işe başlayan bazı kişiler, sekreterlerin ofislerinde ya da zaten iki kişilik ofislerde bulunan diğer hocaların ofislerinde birilerinin kendileriyle ilgilenmesini bekliyorlardı.
“Herkes kişişel laptoplarını evden getirmek zorunda kalıyordu”
Hocalar, tahta kalemlerini kendi maaşları ile alıyordu. Ayrıca bilgisayar verilmiyor, herkes kişisel laptoplarını evden getirmek zorunda kalıyordu. Normalde bunları tamir etmekle sorumlu bilişim departmanı, rektörlüğün talimatıyla kişisel bilgisayarları tamir etmiyordu. Kayıt döneminde bazı hocaların bilgisayarları bozuluyordu mesela. Ama bunlarla okulun işini yapıyoruz, onarmanız lazım deyince, CEO’nun (Yöneticiler Kurulu Başkan Yardımcısı) talimatı böyle deniyordu. Kayıtlar aksayınca da bazı hocalar bu yüzden azar işitti.
Bunlar yanında, printer bozuluyor veya mürekkebi bitiyordu, fakat aylarca alınmıyor veya onarılmıyordu. En son hocalar aralarında para toplayıp toner ve kartuşu kendileri almıştı. Klimalarla da benzer sorunlar yaşadık. Pencereleri açılmayan bir iki sınıf vardı, özellikle yaz dersleri verirken klimaların da çalışmadiğı dönemler olduğu için sıcaktan boğuluyorduk. Ya dersi kısa kesmek zorunda kalıyor ya da kliması çalışan boş bir sınıf arıyordum. Niye gelip bunları düzeltmiyorlar diye sorduğumuzda, sorumlu departmanın kadrosunun yetersiz olduğu veya yeni yapılan inşaatlarla meşgul olduklari cevabını alıyorduk. Hiç abartmıyorum iki yaz üst üste o pencereler açılır bir duruma getirilmedi. Ayrıca sınıflardaki projektörler bozuk veya yetersiz diye onlarca kez tekrarlamamıza rağmen birkaç yıl ne onarıldı ne de yenileri alındı. Bu sorunları düzeltmeye calışmak yerine, hala dünya çapında kampüsleri olan bölgedeki tek okuluz gibi reklamlar yapıyorlar. Aslında olay şu: bir hoca, Girne kampüsünde oğrenim gören bir grup öğrenciyi alıp İstanbul veya Singapur gibi şehirlere götürüyor, oradaki bir binada bir kaç hafta boyunca ders verip geri dönuyor. Ana kampüsün durumu içler acısıyken, yeni bir üniversite açmaları da çok düşündürücü.
“İznimiz sırasında pazarlama amaçlı broşür, katalog hazırlamamız veya akreditasyonlarla uğraşmamız isteniyordu”
Bu çalışma şartları yetmiyormuş gibi, 1 aylık iznimiz sırasında da telefonla aranıyor, pazarlama amaçlı broşür, katalog hazırlamamız veya akreditasyonlarla uğraşmamız isteniyordu. Daha sonra bu kullanamadığımız izinleri kullanmamıza izin verilmiyor, ek ücret de ödenmiyordu.
Bir de sistematik olarak calışanların facebook ve twitter hesaplarını takip ediyorlar. Bir çalışan kendilerine ufak bir eleştiri yöneltir yöneltmez tüm yönetim öğreniyor. Böyle gereksiz bir haber alma (ve de yayma) timi kurmaya kaynak buluyorsun da daha onemli eksikleri gidermek için neden kaynak kullanmıyor veya yaratmıyorsun diye her zaman düşünmüşümdür. Ya da, yöneticilerin ve pazarlama görevlilerinin bazen kalabalık bir grup olarak yaptıkları yurtdışı iş gezileri için, yeni inşaatlar başlatmak, restoranlar, pastahaneler, parfümeriler açmak, uçaklar almak için her zaman kaynak bulunuyor ama doğru dürüst eğitim verebilmek için gereken ve bu harcamalardan çok daha ucuz olan altyapıyı geliştirmek için bir türlü kaynak bulunamıyor.
Bu şartlardan şikayet edenler, beğenmiyorsan git cevabı alıyor maalesef. Devamlı olarak dışarıda “biz bir aileyiz” sloganı, kapalı kapılar ardında da “önemli olan kurumdur” lafı kullanılıyor. Bir kurumu kurum yapan çalışanları değil mi? O zaman biz neden bu kadar önemsiziz?
Akreditasyon kurumları tüm bunları biliyor mu acaba? Zaten akreditasyon şartlarının 90%’ı yerine getirilmiyor.
“Gecikmesiz maaş alabilmek için Capital Bank’tan borçlanmamız gerekiyordu”
Soru: Ödemeleriniz düzenli olarak her ay yapılıyor muydu? Maaşlarınızla ilgili ek saatlerin ödenmemesi dışında bir problem yaşıyor muydunuz?
İlk başta düzenli ödeniyordu. Son zamanlarda birkaç haftalık bir gecikmeyle ödenmeye başlamıştı. Ben ayrıldıktan sonra bu gecikmelerin 2 aya kadar çıktığını öğrendim. Gecikmesiz maaş alabilmek için Capital Bank’tan borçlanmamız gerekiyordu. Okul da bize kefil olacaktı. Ben bunu kesinlikle kabul etmedim. Zaten hocaları bu konuda zorlamadılar. Maaşımı almak için bir bankaya borçlanma fikri bile akla mantığa sığan bir durum değil.
Daha önce bahsettiğim gibi, izinden çağrıldığımız zaman daha sonra kullanamadığımız izinler için ek bir ücret ödenmiyordu. Ayrıca, Cumartesi günleri gözetmenlik yapan hocalara herhangi bir ek ücret verilmedi.
“Okul, maaşımızı düşük gösterip az prim ödüyor ve emekliliğimizden çalıyor”
Soru: Sosyal sigorta ve ihtiyat sandığı yatırımlarınızda aksaklıklar oluyor muydu? Bu konuda ne gibi sorunlarla karşılaştınız?
Gecikmeler yaşanmadan önce maaşımızın bir kısmı ayın 1’inde diğer kısmı ise 15’inde ödeniyordu. Sosyal sigorta primleri de ayın 1’inde yatırılan miktarı baz alarak yatırılıyordu (yatırıldığı zaman). Yani okul, maaşımızı düşük gösterip, az prim ödüyor ve böylece bizim emekliliğimizden çalıyor. Bir devlet böyle bir şeye nasıl göz yumabilir ki? Resmen insan hakları çiğneniyor.
“Randevu günüm gelip hastaneye gittiğimde, sosyal sigorta primlerim yatmadığı için beni geri çevirdiler”
Sosyal sigortalar, sigorta primleri 2014’den beri yatmıyormuş dedi. Geçen yıl bazı sağlık kontrolleri yaptırmak için devlet hastanesinde randevu almıştım. Herkesin bildiği gibi bazı testleri yaptırmak için en az 1 ay veya daha fazla beklemek gerekiyor. Randevu günüm gelip hastaneye gittiğimde, sosyal sigorta primlerim yatmadığı için beni geri çevirdiler. Kan tahlillerim de yapılmadı. Durumu okula bildirdiğimde küçük bir miktar yatırıp sağlık kartımı kısa bir süreliğine yenilediler. Fakat testleri yaptırmak için birkaç ay kaybetmiş oldum. Böyle bir duruma sokulmak kabul edilebilir değil. Özellikle de acil olarak doktora görünmesi gereken kişiler için.
Soru: Bunlar dışında üniversitede idari veya akademik konularda başka sorunlarınız oldu mu?
Öğrenci işleri müdürü ve bir yardımcısından sistematik olarak mobbing’e maruz kaldım. Sadece bana değil bazı diğer hoca ve çalışanlara da bunu yaptıklarına şahit oldum. Örneğin, mail aracılığıyla, okulun üst yöneticilerine de cc’ledikleri, beni veya başkalarını hedef alan, küçük düşüren, performanslarımızı kötü göstermeye çalışan mesajlar atıyorlardı. Bizi suçladıkları sorunların çoğu da aslında kendilerinden ve doğru dürüst bir sistem olmamasından kaynaklanan durumlardı. Fakat ne olursa olsun onlara göre suçlu her zaman hocalardı. Ben bu davranışlara tepki gösterdikçe yapılan mobbing’in dozu daha da arttı. Birikmiş sorunları çözmeye çalışmak yerine “cadı avına” çıkıp, bir suçlu bulup cezalandırmak kurumun yerleşik bir kültürü haline gelmiş. Benzer şeyler yüz yüze toplantılar sırasında da yaşandı. Ayrıca, öğrenci işleri müdürünün, beni çeşitli zamanlarda, arkamdan, üst yöneticiler de dahil herkese kötülediği ve küçük düşürdüğü bana söylenmiştir. Eminim dünyada başka hiçbir okulda, öğrenci işleri müdürü ve yardımcılarının hocaların üzerinde böyle bir güçleri yoktur. Okulun sahiplerinin yakını olmak herkesi kırıp geçmek için yetiyor. Bu kadar kolay mı? İşte GAÜ böyle bir yer. Birkaç yıl önceki akademik işlerden sorumlu rektör yardımcısına durumu anlatmama rağmen ben okuldan ayrılana kadar bu tacizler devam etti.
CEO istediği an görevden alıyor…
Benzer sorunları CEO ile de yaşadım. Asar keserim yönetim tarzını benimsemiş, devamlı birilerini işe alıp birilerini işten atan, pasifize etmek için gözdağı, tehdit kullanan, hocaların önünde “yaptığın iş yanlıştır” diye azarlayıp mahcup eden, sana ihtiyacı olduğunda zorla görev verip, canı çektiğinde bunun seni nasıl etkileyeceği umurunda olmadan, onur kırıcı, utandırıcı bir şekilde olmasına da özellikle dikkat ederek (mesela dönem başladıktan sonra, hatta dönem ortasında) görevden alan bir mentaliteyle çalışıyor.
Bu yapılanlar ve bu iş ortamında karsılaştığım diğer sorunlar, kişilik değerlerime, sosyal ilişkilerime ve sağlığıma zarar veren olumsuz tutum ve davranışlardı. İşten ayrıldıktan sonra hayatımda çabuk bir düzelme oldu. Fakat hala yaşanan bazı şeyler aklıma geliyor ve öfkeleniyorum. Yani bu kötü tecrübeler insanda derin yaralar bırakıyor.
Soru: Yaşadığınız sorunların çözümüyle ilgili nasıl bir yol takip ettiniz? Yetkililerle görüştünüz mü veya başka bir yola başvurdunuz mu?
Gördüğüm sorunları o zamanki akademik işlerden sorumlu rektör yardımcısına bir çok kez ilettim. Üstlerine iletti mi bilmiyorum ama hiç bir düzelme ve degişiklik yaşanmadı. Zaten okulda, okulun sahipleri ve CEO dışında, basit konular dışında, pek fazla kimsenin hiçbir konuda karar verme yetkisi yok.
Bu kişi “Şey”, yani homo: “Karakteri bozuk”
Düzelme olmayınca, belki bu şartlardan kurtulurum diye Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne (DAÜ) başvurdum. Basında çıkan haberlerden ve orada çalışan kişilerden durumun orada da pek iyi olmadığını biliyordum. Fakat maaşların zamanında ödenmesi, çok daha yüksek olması ve sosyal sigorta primlerinin düzenli yatırılıyor olması gibi sebeplerden dolayı, orada iş bulmak için gereken torpilim olmasa da, sadece akademik vasıflarıma dayanarak şansımı denemek istedim. Sadece iş başvurusu sürecinde yaşadıklarım tam anlamıyla bir kabusa dönüştü. Birkaç sene önce gene başvurmuş ama geri çevrilmiştim. Orada çalışan bir arkadaşım, o zaman yaşananları beni incitmemek için anlatmamış. Bu yaptığım ikinci başvurunun da başarısız olmasından sonra olanları anlattı. Birkaç yıl önce, personel alım komitesi üyelerinden olan Mehmet İslamoğlu ile, “bir arkadaşım başvurmuş, çok iyi bir akademisyen, ama almamışsınız galiba” diye koridorda konuşurken adam dalga geçerek “o zaten ‘şey’ değil mi (anlarsın ya)?” demiş. Yani ağır tabiriyle ‘homo’ demek istiyor ama gay de diyemiyor, sadece “şey”. Bunu söylerken, konuştuğu arkadaşımın gay olduğunun farkında değildi anlaşılan. Ben bu şahısla daha önce yüz yüze hiç tanışmamış sadece ilk başvurum sırasında mail aracılığıyla bir iki kez yazışmıştım. Bu yazışmaların birinde bana evli olup olmadığımı sormuştu ki buna hiç hakkı yoktu. Son yaptığım başvuru yine başarılı olmadı. Yine bir arkadaşım anlatıyor, bu kez, daha önceki başvurum sırasındaki dekandan farklı bir dekan, başkanlığını Mustafa Tümer’in yaptığı komiteye, benim CV’min mülakata cağrılan kişilerden daha iyi olduğunu, neden çağrılmadığımı sormuş. Komite başkanı ve üyeleri hiç utanmadan bu kişi “şey”, yani “karakteri bozuk” demiş. Ayrıca, alanı uygun değil zaten gibi bir takım yalan yanlış iddialarda bulunmuşlar. Rektörlüğe de hiç çekinmeden bu mazereti sunmuşlar. Bu tartışmaya yol açmış ve münhal kimseyi işe almadan kapatılmış. Bu arada, benim hiçbir şeyden haberim yokken, bu olay kampüste konuşuluyormuş. Yani mentaliteye bakın. Bu adamlar aydın, eğitmen geçiniyorlar ama bir kişinin vasıfları ile değil özel hayatıyla ilgileniyorlar. Şunu söylemekte yarar görüyorum. Benim hakkımda arkadaşıma böyle konuşan kişi DAÜ’de bulunduğu on yıllarca sürede sadece 1 yayın yapmış, ilerlemiş yaşına rağmen hala yardımcı doçent pozisyonunda kalmıştır. Asıl konuşulması gereken işte bunlardır. Yani diğer ülkelerde olduğu gibi kadrolanmayıp işten çıkarılması gerekiyordu. Fakat, şu an DAÜ’de bir araştırma merkezinin başında kendisi. Diğer komite üyeleri de hala DAÜ’de bölüm başkanı, yardımcısı vs. görevlerini sürdürüyorlar. Düzgün bir ülkede yaşasaydık ve DAÜ çalışması gerektiği gibi çalışsaydı şimdiye çoktan disipline edilmişler veya görevden alınmışlardı. Tam davalık bir durum ama ülkenin hukuk sisteminin durumu da ortada. Bu yaşananlar, benim gibi akademisyenliği ciddiye alan kişiler için çok kırıcı, kırıcı olduğu kadar da demotive edici ve yıpratıcı şeyler. Ülkede, yaptığı işte başarılı olan kişilerin önünü kesmek için büyük çaba harcıyorlar.
İşte Kuzey Kıbrıs’taki özel ve devlet yüksek öğretim kurumlarında benim yaşadıklarımın küçük bir kesiti özetle böyle…