Yazının başlığı “borç meselesi mi yoksa kapitalizmin çelişkileri mi” de olabilirdi…
Yazının başlığı “bir tartışmanın sınırlarını ve çerçevesini belirleyen şey nedir” de olabilirdi…
***
Yunanistan’da son aylarda yaşanan gelişmeler pek çok açıdan değerlendirilebilir…
Yaşanmakta olan bu ekonomik krizin doğası, niteliği, kapsamı, içeriği, sebebi ve olası sonuçları çeşitli açılardan değerlendirilebilir ki bunu yapan tonlarca yazı da var…
Benim niyetimse, aylardır yaşanmakta olanların ve bunlara dair yapılan tartışmaların genel anlamda felsefi bir muhasebesini yapmaya çalışmak olacak…
Yani, tartışmalarımızı yaparken ve düşüncelerimizi beyan ederken, bunların –farkında olalım ya da olmayalım- ne tür varsayımlara dayandığını sorgulamaya açmaya çalışacağım…
***
Eğer bu krizi bugünün içinden tartışacaksak, “ekonomik akıl” olarak da geçen ve doğal, değiştirilemez ve “insan doğasına en uyumlu” olduğu kabul edilen serbest piyasa mantığından işe başlamamız gerekir; çünkü sekter sosyalistler, serbest piyasanın –beğenin ya da beğenmeyin- dayattığı zorunlulukları küçümseyip ona karşı mücadele stratejilerinin gerektirdiği karmaşıklıkları hafife alırken, sistem içi solcular ise, her ne kadar anti-kapitalist olduklarını söyleseler de, piyasa mekanizmasını ve onun işleyiş mantığını görmezden gelip, onun dayattıklarından bağımsız çözüm formüllerinin sınırlılıklarıyla her defasında yüzleşmek zorunda kalırlar. Bu da, genel anlamda piyasa ideolojisi dediğimiz şeyin temel varsayımlarının sorgulanmasını engeller ve sonuç olarak, Yunanistan’da sol, sandıktan zaferle çıkmış olsa da, tartışmalarımızın çerçevesini belirleyen hala piyasa ideolojisidir. Hal böyle olunca, Syriza’nın duruşundan ve Yunanistan halkının zaferinden etkilenen apolitik ya da sağa eğilimli kitleler bile, en nihayetinde, “Yunan halkı yedi içti, geliri olmamasına rağmen bir sürü gideri vardı, hak etmediği paralar aldı ve şimdi de bu borçları ödeyemiyor; ayrıca hükümetler yolsuzluk yaptı, paraları çarçur ettiler, yatırım yapmak ve ekonomik büyümeyi sağlamak yerine kısa vadeli çıkarlara odaklandılar… Evet, AB’nin kendilerine dayattığı koşullar acımasızca olabilir, ama bu noktaya kendi hatalarıyla geldiler” demektedirler. Tartışmanın Syriza’nın tavrını destekleyen tarafının hatırı sayılır bir kısmının bile böyle düşündüğü ortadayken, “piyasa ideolojisinin” eleştirisini vermek de kaçınılmaz olur.
***
İdeolojinin en temel işlevi, mevcut durumun, sanki o durum ezelden beri öyleymiş ve bu bir kaçınılmazlıkmış gibi yansıtılmasıdır. Bu anlamda piyasa ideolojisi de, kapitalizmin “doğal durum” olduğunu, ekonominin (üretim, ticaret, paylaşım, tüketim…) en iyi, en -ve de zaten- tek doğal işleyişinin piyasa dolayımıyla mümkün kılınabileceğini, bunu değiştirmeyi planlayan her türden yaklaşımın en iyi ihtimalle ütopik olacağını, en kötü ihtimalle de doğal ve beşeri kaynakların verimsizce kullanımına yol açacağını söyler. O yüzden işi piyasaya bırakalım, arz-talep ilişkisi zaten her şeyi dengeye koyacak, rekabet ise verimliliği sağlayacaktır. Elbette, bazı meczuplar dışında, liberaller dahi, piyasanın kendi kendine işlemediğinin ve belli başlı düzenleyici müdahalelere ihtiyaç duyduğunun farkındadırlar (“devletin piyasalara müdahalesi”); ancak en nihayetinde, piyasa ve onun dinamikleri merkezidir, ve kendi kendine işlemek konusunda yetkindir. İlginçtir ki, kapitalizm ne zaman krize girse, piyasa ideolojisinin çerçevesinden konuşanlar (ki buna bazı solcular da dahildir), asla kapitalizmin krize girdiğini kabul etmezler. Sorun hiçbir zaman sistemin kendisinde değil, sistemin içindeki bazı aktörlerin bazı yanlış davranışlarındadır. İşlerin yolunda gittiği, daha doğrusu, sistemin, sermayenin en genel çıkarlarını riske atmayacak bir şekilde işlediği zamanlarda ise, ne hikmettir ki, bunun başarısı, sistemin kendisine, sistemin verimli işleyişine ve insan doğasına en uygun olan bu sistemin tıkır tıkır işlemesine mal edilir. İnsanın aklına hemen şu sorular geliyor :
1) Eğer bu kriz sistemin krizi değil de, sistem içindeki bazı aktörlerin (örneğin yolsuzluk yapan politikacılar, gelirinden fazla harcama yapan milletler, verimsiz üretip ‘lüks’ tüketen halklar) beceriksizliklerinden dolayı oluşan krizler ise, nasıl oluyor da insan doğasına en uygun ve en verimli olduğunu söylenen bu sistem, yine bizzat o insanlar tarafından krize sokulabiliyor ?
2) Birinci sorunun bir cevabı varsa bile, yani bu krizin, neden sistemin kendi içsel krizi olarak değil, onun içindeki bazı aktörlerin beceriksizlikleri sonucu ortaya çıktığı bir şekilde ortaya koyulabiliyorsa bile, bu durumda, bu sistem, içindeki aktörlerin davranışlarından fazlasıyla etkileniyor demek değil mi ? Yani eğer böyleyse, kendi kendini dengelediği ve kendi kendine işleyen bir mantığı olduğu söylenen bu sistemin, sırf içindeki bazı aktörler farklı şekilde davrandı diye dengesinin bozulması, biraz tuhaf değil mi ? O halde, kapitalizmin vaadettiği ve otomatikman işlediğini iddia ettiği “denge ve istikrar” diye bir şeyden söz edebilir miyiz ? Bu nasıl bir dengedir ki, o dengeye tabi olduğu iddia edilen aktörler, canları her çektiğinde o dengeyi bozabiliyorlar ? Bu durumda aslında kapitalizmin işleyen bir sistem olduğu bir yanılsamadan mı ibarettir ?
3) Sistem “iyi” işlerken asla tek tek başarılı aktörlerden söz etmeyip sistemin “mantığından”, “akla uygunluğundan” ve “insan doğasına uyumundan” söz edenler, nasıl olur da sistem krize girdiğinde, aslında krize girenin sistem değil de, bazı yönetimlerin ya da ülkelerin beceriksizlikleri sonucu oluşmuş uygulamalar olduğunu söyleyebiliyorlar ? Bir arabanın gayet sağlam olduğunu söyleyip motorunu durmaksızın öven bir kişinin, o araba yolda kaldığında dönüp arabayı kullananı suçlaması biraz tuhaf değil midir ?
4) “Kaçınılmaz” olduğu söylenen, bize bir “kader” gibi sunulan ve asla değişmeyeceği iddia edilen bir sistem, Yunanistan gibi görece küçük bir ülkenin etkisiyle Avrupa çapındaki tüm dinamikleri sistemin mantığı aleyhine harekete geçirebiliyorsa, bu durum bize bu sistemi bilinçli bir şekilde değiştirmenin, örneğin sosyalizmi kurmanın da mümkün olduğunu anlatmaz mı ? Ayrıca, Yunanistan örneğinde, kriz sadece Yunanistan’ın kendi durumu ile ilgili bir şey ise, neden Avrupa’nın egemenleri bu aralar korkudan tir tir tiremekte ve açık tehdit dahil her türlü yöntemi kullanmaktadır ? Bunu basitçe “Yunanistan’a borç verdiler, elbette Yunanistan’ın bu borcu ödeyemeyecek durumda olması, alacaklıları ilgilendiren ve endişelendiren bir şeydir” şeklinde açıklayabilir miyiz ? Eğer böyle açıklarsak, yukarda da sorduğumuz gibi, kapitalizmde kusursuz –ya da en azından, kalıcı olmayan hasarlarla- işlediği söylenen tüm bu arz-talep ilişkisi (ki borç alıp vermek de bir arz-talep ilişkisidir), borç alıp verenlerin “beceriksizliği” ile altüst olabiliyor mu demektir ? Bu da, sistemde kendiliğinden bir denge mekanizması olmadığı anlamına gelmez mi ?
***
Bu sorular çoğaltılabilir. Bu soyut sorular, somut veri ve analizlerle kuvvetlendirilebilir, yani sistemin aslında zaten hiçbir zaman işlemediği, var olanın bir “işlemekte olan sistem” değil, sermayedarlar ile emekçiler, zengin ve emperyalist devletler ile diğer devletler arasındaki çelişkiler yumağından ibaret olduğu ve böyle bir dinamiğin de kaçınılmaz olarak sürekli krizlere yol açacağı gösterilebilir. Ancak bunu yapmanın yeri burası değil. Onun yerine, sözlerimizi şöyle tamamlayalım :
1) Kapitalizm kaçınılmaz değildir.
2) Kaçınılmaz olmaması bir yana, istenir/arzu edilir bir sistem de değildir çünkü hem küçük bir azınlığın zenginliği uğruna koskoca bir çoğunluğun sefaleti (ya da en iyi ihtimalle ortalama hayatı) anlamına gelmekte, hem de bu sistem, doğal ve beşeri kaynakları durmaksızın –sırf o azınlığın serveti amaçsızca büyüsün diye- çarçur etmektedir.
3) Kapitalizmin bir alternatifi vardır ve o da planlı, farklı yerelliklerin ihtiyaçlarının bir merkezin koordinasyonu ile en verimli şekilde hayata geçirildiği, doğal ve beşeri kaynakların amaçsızca kâr ve servet uğruna değil, tüm insanların ortak ihtiyaçları, talepleri ve arzuları doğrultusunda verimli bir şekilde kullanıldığı bir ekonomidir ki bunun da adı sosyalist ekonomidir.
4) Sosyalizm bir ütopya değildir ama kapitalizm bir distopyadır, hem de hayat bulmuş bir distopya, derhal ortadan kaldırılması gereken bir distopya…
5) Uzlaşma çağrısı yapanlar, çoğunluğun sefaletinin, azınlığın servetiyle uzlaşması için çabalayanlardır. Ancak biz, kırıntı değil, dünyayı istiyoruz.
Celal Özkızan