Tüm Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Kamulaştırılsın, Hemen, Şimdi! – Celal Özkızan

Giriş

Bu yazının ilk kısmında, Devlet Planlama Örgütü’nünyayınladığı istatisik yıllıklarından, ekonomik ve sosyal göstergelerden, makroekonomik ve sektörel gelişmelere ilişkin verilerden ve Sağlık Bakanlığı’nın istatistiki verilerinden yola çıkılarak, devletteki ve özeldeki sağlık hizmetlerine ilişkin mevcut en güncel veriler ile geçmiş dönem verileri arasında bir kıyaslama yapılacaktır. İncelenen dönem, en güncel derli toplu ve yayınlanmış resmi verilerin mevcut olduğu yıllar ile kısıtlanacaktır. Böylece, resmi istatistiki bilgilerin bize anlattıklarının dışına çıkılmayacaktır. Birazdan okuyacağınız kıyaslamanın da göstereceği üzere, halkın en temel ihtiyaçlarından biri olan sağlık konusunda zaten yeterince eksik ve sıkıntılı olan kamusal hizmetlerin geliştirilmesi ve kalitesininarttırılması bir yana, devletin sağlık hizmetleri yıllardır bilinçli olarak geriye götürülmüştür. Yazının son kısmında ise, buverilerden yola çıkarak, sağlığın hayati ve en merkezi bir konu olduğu mevcut durumda yapılması gerekenlere ilişkin bazı değerlendirmelerde ve önerilerde bulunulacaktır.

Devletin Sağlığı

Sağlık Bakanlığı’nın kendi web sitesi’ne göz attığımızda, 1’i Barış Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi olmak üzere toplamda 5 hastane mevcuttur. Bunun yanında, 15’i sağlık merkezi, 2’si poliklinik, 1’i sağlık ocağı, 1’i 112 merkezi, 3’ü sağlık odası ve 6’sı sıhhiye olmak üzere toplamda 28 adet sağlık kuruluşu listelenmiştir. Listede olmayan ve kısa bir süre önce açılan Akçay Sağlık Ocağı’nı da hesaba katarsak, hastane dışında kalan devlet sağlık kuruluşlarının toplam güncel sayısı 29’u bulmaktadır. Sonuç olarak devletin toplamda 34 sağlık tesisi vardır. Bu sayı, 2007 yılında 24 idi.

Daha somut bir tartışma yapmak için ise, tesis sayısından farklı verileri de incelemek gerekmektedir. Devlet hastanelerinde bulunan toplam yatak sayısı, 2006 yılında 1,022 adet iken, geçen 10 yıllık sürede sadece 85 yataklık artış göstererek 2016 yılında 1,107’ye çıkmış, yani yerinde saymıştır. Devlet hastanelerindeki toplam doktor sayısı 2007 yılında 261 iken, aradan geçen 9 yıllık sürede toplamda sadece 10 doktorluk artış göstererek 2016 yılında 271’e çıkmıştır, yani yerinde saymıştır. Devlet hastane ve sağlık merkezlerinde çalışan toplam personel sayısı 2007 yılında 1,611 iken, aradan geçen 9 yıllık sürede sadece 86personellik artış göstererek 2016 yılında 1,697’ye çıkmıştır, yani yerinde saymıştır. Aynı dönemde devletin hastane ve sağlık merkezlerinde, hemşire başına düşen hasta sayısı 394’ten 447’ye yükselmiştir. Özeldeki yataklar dahi hesaba katıldığında, 10 bin kişiye düşen yatak sayısı aynı dönemde 53’ten 47’ye düşmüştür. Yani yatak başına düşen kişi sayısı 188’den 227’ye çıkmıştır.

Bilindiği üzere, yaşadığımız coronavirüs salgınının doğrudan muhattabı, sağlık hizmetlerinin enfeksiyon birimleridir. Ülkemizde, 2012 yılında devlet hastanelerinde 3 adet olan toplam enfeksiyon hastalıkları uzmanı sayısı, 2016 yılında 4’e çıkmıştır, yani yerinde saymıştır.

2011 yılında devlete ait 14 eczane varken, bu sayı 2016 yılında 12’ye düşmüştür, yani azalmıştır.

Devletin sağlık kapasitesi, personel sayısı, yatak sayısı ve tesisleri yerinde sayarken, bilindiği üzere nüfus durmadan artmıştır. Nüfusun ne kadar olduğuna ve ne kadar arttığınailişkin spekülasyonlara girmeye hiç gerek duymadan, sadece devlet hastanelerinde ve sağlık merkezlerinde gerçekleşen müracaatların, tedavilerin ve diğer her türden sağlık işleminin artışına bakarak, durumun vehameti kolayca kavranabilir. 

Devlet hastanelerinde 2007 yılında 280,438 olan “polikliniğe yapılan müracaat” miktarı, 2016 yılında neredeyse 1.7 katı çoğalarak 466,607’ye çıkmıştır. Aynı dönemde ilk yardım tedavisi gören hasta sayısı 187,434’ten 293,432’ye çıkmıştır. Aynı dönemde yatak hasta sayısı 29,092’den 31,942’ye çıkmıştır. Aynı dönemde yapılan ameliyatlar 6,870’den 8,892’ye çıkmıştır. Bunlar sadece devlet hastanelerini kapsayan verilerdir.Hastaneler haricinde kalan devletin sağlık merkezlerinde ise 2007 yılında 120,047 olan “polikliniğe yapılan müracaat” miktarı, 2016 yılında 124,836’ya çıkmıştır. Aynı dönemde ilk yardım tedavisi gören hasta sayısı 31,591’den 73,464’e çıkmıştır. 

Bu tablonun anlamı çok açıktır. Devletin sağlık hizmetlerine talep artmaktadır ancak devlet, gerek işgücü gerekse de tesisleşme bakımından bu talebi karşılayamamaktadır. Bunun sonucu olarak da hem sağlık hizmetlerinin kalitesi düşmektedir, hem de sağlık personellerinin sırtına daha büyük bir yük binmekte ve çalışma koşulları kötüleşmektedir. 2006-2009 döneminde toplam bütçe içinde sağlık yatırımlarına ayrılan payın ortalaması %0.70 iken, bu oran 2011-2017 döneminde %0.14’e düşmüştür. 2006-2009 döneminde toplam yatırımlar içinde sağlık yatırımlarına ayrılan ortalama pay %6.45 iken, bu oran 2011-2017 döneminde %2.22’ye düşmüştür. Sağlık harcamalarının GSMH içindeki payı 2006-2010 döneminde ortalama %3.54 iken, bu oran 2011-2017 döneminde %3’e düşmüştür. Sağlık harcamalarının bütçe içindeki payı aynı dönemler arasında kıyaslandığında ise, oran yerinde saymıştır. 

Devam etmeden önce, yapılan ameliyatlara ilişkin olarak bir parantez açmak lazım. Devlet hastanelerinde yapılan toplam ameliyatların sayısında bir artış görülse de, bu artışın esas kaynağı küçük ameliyatlardır. 2007 yılında devlet hastanelerinde yapılan küçük ameliyatlar 1,851 adet iken, bu sayı 2016 yılında 3,036’ya çıkarak büyük bir artış göstermiştir. Aynı dönemde orta ameliyatların sayısı 2,347’den sadece 2,418’e çıkarak yerinde saymıştır. Aynı dönemde büyük ameliyatların sayısı ise 2,672’den 3,438’e çıkarak sadece küçük bir artış göstermiştir.

Devlet hastanelerinde polikliniğe yapılan müracaatların, ilk yardım tedavisi gören hastaların ve küçük ameliyatların sayısı bu denli artmışken orta ve büyük ameliyatların sayısında aynı oranda bir artış olmamış olması, hatta zaman içinde sayının yerinde saymış olması elbette açıklanmaya muhtaç. Bilindiği üzere özel hastaneler küçük ameliyatlardan, ilk yardım tedavilerinden ve polikliniklerde yapılan sıradan tıbbi işlemlerden yüksek kârlar elde edemezler. Dahası, vatandaşların çoğu, ciddi veya hayati olmayan sağlık işlemleri için özel sağlık kuruluşlarına gidip yüksek fiyatlar ödemek yerine, devlet hastanelerini tercih etmek eğilimindedirler. Bu da, orta ve büyük ameliyatların devletten özele kaydığına ilişkin bir iddiada bulunmamıza olanak sağlıyor.

Özel hastanelerde, sağlık kuruluşlarında ve kliniklerde yapılan işlemler, müracaatlar ve ameliyatların miktarı ve dağılımına ilişkin elimizde bir veri olmadığından, net bir şey söylemek elbette mümkün değil. Ancak devletin incelenen dönem aralığında özelden artan miktarda sağlık hizmeti satın alması, devletin büyük ameliyatlar için özele hasta nakli yapması bilinen bir gerçek. Zaten devletin kendi sağlık altyapısına ilişkin yaptığı harcamalar ve yatırımlar, sosyal devletin bilinçli olarak altının oyulmasının bir sonucu olarak azaldığından, devlette büyük ameliyatları yapacak çok yetkin ve tecrübeli doktorlarımız olmakla birlikte, bu ameliyatları mümkün kılacak teknik altyapı ve teçhizat donanımı her durumda bulunmamakta, bu da özellikle büyük ameliyatlar için özelden hizmet alımının bir başka gerekçesini oluşturmaktadır. Örneğin daha geçtiğimiz yaz, sağlık hizmetleri arasında en pahalı olan Kolonoskopi, Simir, MR, Meme USG, Gastroskopi ve Tomografi için özelden hizmet satın alınması kararlaştırılmıştı. Uygulama yürürlüğe girdiği tarihten itibaren de hastanın bu hizmetlerden herhangi birini almak istediğinde özel hastanenin belirlediği ücretin yarısını cebinden ödemesi, geri kalanın da devletçe karşılanması öngörülüyordu.

Özelin Sağlığı

Peki tüm bunlar olurken, aynı dönemde özel sağlık hizmetlerinde neler yaşanmıştır?

Öncelikle, belirtmek gerekir ki, özel sağlık hizmetlerine ilişkin ayrıntılı veriler mevcut değil. 2007 yılında 376 adet olan özel sağlık kuruluşlarının sayısı, 2013 yılında 444’e çıkıyor. Devlet Planlama Örgütü’nün yayınladığı istatistik yıllarına göre, bu sayı 2014 yılında bir anda 14’e, 2016’da ise 13’e düşüyor. Görünen o ki, resmi istatistiklerde özel sağlık kuruluşlarının tamamının hesabının kaydı tutulmak yerine, sadece özel hastanelerin kaydı tutulmaya başlanıyor. Ne yazık ki, ülkemizdeki özel hastanelerin ve özel sağlık kuruluşları ile kliniklerin istatistiklerinin güncel ve toplu olarak tutulduğu bir kaynak yok, varsa da bu satırların yazarının bilgisinde ve erişiminde değil.

Özel sağlık kuruluşlarında bulunan toplam yatak sayısı, 2006 yılında 346 adet adet iken, 2016 yılında bu sayı 464’e çıkıyor. Özel sağlık kuruluşlarındaki toplam doktor sayısı 2007 yılında 376 iken bu sayı 2016 yılında 430’a çıkmıştır. Özel hastanelerde, özel sağlık kuruluşlarında ve kliniklerde çalışan toplam sağlık personeline ilişkin sayının istatistiği ise ne yazık ki tutulmamaktadır.

Ülkemizde, 2011 yılında özel sağlık kuruluşlarında sadece 1adet olan toplam enfeksiyon hastalıkları uzmanı sayısı 2014 yılında 4 kişiye çıkmış, ancak 2016 yılında sıfıra düşmüştür.

2011 yılında özel kişilere ait 164 eczane varken, bu sayı 2016 yılında 238’e çıkmıştır. Bu, Devlet Planlama Örgütü’ndeki en güncel verilerdir. Kıbrıs Türk Eczacılar Birliği’nin kendi web sitesinde şu anda listelenen eczanelerin toplam sayısı ise 293’tür.

Tekrar belirtelim, özele ilişkin paylaşılan veriler, özeldeki sağlık hizmetlerinin tamamını kapsamıyor. O yüzden incelenen dönem içinde özeldeki tesisleşmenin, işgücündeki artışın ve kapasite arttırımının, verilerde görüldüğünden çok daha yüksek olması kuvvetle muhtemel.

Ne Yapmalı? Nasıl Yapmalı? Neden Yapmalı?

Bu kısımda, işin tıbbi ya da sağlığa ilişkin boyutlarına değinilmeyecektir, zira bu konuda dinlenilmesi gereken, işin uzmanlarından başkası değildir. Gerek ülkemizdeki gerek dünyadaki doktorlar, enfeksiyon uzmanları, epidemiyologlar, sağlık kuruluşları, sağlık örgütleri ve buna benzer kesimler, konunun tıbbi ve doğrudan sağlık ile ilgili boyutlarına dair bizleri bilgilendirmektedirler. Yazının bu kısmında, mevcut veriler ışığında, virüsün sadece ekonomik ve toplumsal boyutlarına ilişkin neler yapılması gerektiği tartışılacaktır.

Virüsün insan hayatına mal olmasından sonraki en tehlikeli yanı, hızlı yayılması, ve bu nedenle de pek çok ülkenin mevcut sağlık altyapılarının böyle bir yükü kaldıramayacak durumda olmasıdır. Unutulmamalıdır ki, sağlıkla ilgili tek sorunumuz virüs değildir. Virüs haricinde kalan sağlık hizmetleri ihtiyacı aynen sürmektedir ve sağlık kapasitesinin yetersiz kalması, sadece coronavirüs ile mücadele anlamında değil, genel anlamda sağlık hizmetlerinin sağlanması bakımından korkunç aksaklıkları ortaya çıkarabilir.

Ülkemizde, virüs öncesi zamanlarda dahi, devletin sağlık altyapısının ve kapasitesinin yetersizliği ve bu bakımdan yaşanan sıkıntılar hepimizin malûmu. Virüs öncesi zamanlarda dahi devletin sağlık hizmetleri yetersiz kalmakta, devletten sağlık hizmeti alan kişiler hem yetersiz ve kalitesiz hizmet almak zorunda bırakılmakta, hem de “bağış parası” adı altındaki yasadışı uygulamalarla, üstüne para ödemekteydi. Buna ek olarak, yetersiz sağlık personeli, yetersiz sağlık altyapısı yatırımları ve sağlık alanına yapılan kamusal harcamaların yetersiz olması nedeniyle devletteki sağlık çalışanlarının da çalışma koşulları kötüleşmekteydi. Özeli tercih eden kişiler ise, sağlık gibi temel bir haktan faydalanmak için bile, gelirlerinin ciddi bir kısmını gözden çıkarmak durumunda kalıyorlardı.

Virüs öncesi zamanlarda bile yetersiz kalan devlet sağlık sisteminin, virüsün yaygınlaşmasıyla birlikte kendini korkunç bir sıkıntının içinde bulacağı açıktır. Bu sıkıntı, sadece potansiyel virüs hastalarının tedavisi bakımından değil, genel anlamda sağlık hizmetlerinin aksaması biçiminde kendini gösterecektir. Bu nedenle, ülkedeki TÜM özel sağlık kuruluşları, virüs krizi son bulana kadar derhâl kamulaştırılmalı ve devletin sağlık sistemine dahil edilmelidir. Bu adım, sadece virüs ile mücadele kapsamında değil, virüs süreci boyunca tüm sağlık hizmetlerinin sağlanması bakımından geniş bir çerçevede uygulamaya konulmalıdır. Böylesi bir süreçte, sağlık gibi yaşamsal bir konuda kamu ve özel ayrımına yer olmamalı, her vatandaş, tek bir kamusal sağlık sisteminin parçasıymış gibi sağlık hizmetlerinden faydalanmalıdır.

Bu uygulama hayata geçirilmediği müddetçe, virüsün tetiklediği ekonomik krizin bir insanlık krizine dönüşme ihtimali yüksektir. Virüs salgınının ülkemizde daha fazla yayılması durumundadevlet hastanelerinin büyük oranda virüse dönük tedavilerinyükü altında kalacağı, virüs harici sağlık hizmetleri için vatandaşın özele mahkûm edileceği, ve bunun da, zaten geliri düşen ve işleri duran vatandaşları daha da ciddi bir ekonomik darboğaza sürükleyeceği ortadadır. Bugüne kadarki gelmiş geçmiş hükümetlerin devletin sağlık hizmetlerine yatırım yapmayıp meydanı özele terk etmelerinin bedeli normalde bile vatandaş için zaten ağırken, bu bedelinin daha önce hiç görülmemiş bir mislinin virüs süreci boyunca aynen vatandaşa ödetilmesi, asla kabul edilemez bir yaklaşımdır.

Peki bu uygulama nasıl hayata konmalıdır? Sağlık Bakanı Ali Pilli, geçtiğimiz gün, Lefkoşa Burhan Nalbantoğlu Hastanesi’nin pandemi hastanesine dönüştürüldüğünü, Kolan Hastanesi’nin ise merkez hastane olarak kullanılacağını açıklamıştır. Bu açıklamaya ilişkin olarak gündeme gelen bir iddiaya göre ise Kolan Hastanesi’ne bunun karşılığında ayda 3 milyon Türk Lirası ödenecektir. Bu satırlar yazılırken, 30 Mart tarihli Bakanlar Kurulu kararları açıklanmış, ve bizzat Sağlık Bakanı Ali Pilli’nin yaptığı “Kolon Hastanesi merkez hastane olarak kullanılacak” açıklaması, Ali Pilli’nin de bir parçası olduğu Bakanlar Kurulu tarafından yalanlanmıştır. Hükümetin böylesi yaşamsal bir dönemde dahi gösterdiği bu ciddiyetsizliği, konumuzdan sapmamak adına şimdilik bir kenara bırakalım. 

Hükümet henüz özel sağlık kuruluşlarının kamulaştırılmasına ilişkin herhangi bir adım atmamış olsa da, ileride bu adımın gerçekleşmesi ihtimal dahilindedir. Ancak, böylesi bir adım, eğer özel hastanelere karşılığında “kira bedeli” ödenerek hayat bulacaksa, bunun adı kamulaştırma değil, düpedüz “özelden hizmet alımı” olacaktır. 

Henüz başında olduğumuz ekonomik kriz ile başetmek adına, hükümet bir dizi önlemler paketi hazırlamıştır. Bu paketin büyük sermayeye, bankalara ve ultrazenginlere hiç dokunmaması ve bütün fedakârlığın toplumun emekçi kesimlerinden, çalışanlarından, dar ve orta gelirlilerinden ve küçük esnafından beklenmesi halihazırda çok büyük bir yanlışken; özel hastanelere, hem de gerek sağlık gerek ekonomik bakımdan böylesi hayati bir dönemde “hava parası” ödenmesi gündeme gelirse, bu durum bu hükümetin adının ülkemizin tarihine kara harflerle yazılmasına sebep olacaktır. Virüsün yaygınlaşması durumunda çok sayıda özel hastanenin de devlet tarafından kullanıma alınması gündeme gelecektir. Her bir özel hastaneye ayrı ayrı “hava parası”nın ödendiği bir ortamı kabul etmek mümkün değildir. Unutulmasın ki, “hava parası” o özel hastanelerin çalışanlarına, doktorlarına, hemşirelerine ve personellerine gitmeyecek, doğrudan ultrazengin hastane sahibinin cebine girecektir. Toplumun en yoksul kesimlerinden bile fedakârlık beklendiği bu dönemde, dudak uçuklatan servetlere sahip bir avuç özel hastane sahibinden bırakın fedâkarlık beklemeyi, üstüne ceplerine para koyulması ihtimali,kocaman bir utanç olmaktan öteye gidemez.

Sonuç

Kabul edelim ki, Kıbrıslı Türk toplumu bu süreci pek çok diğer topluma kıyasla daha sağduyulu yürütmektedir. Mükemmel olmasa da pek çok önlem alınmış, önlemlerin hayata geçirilmesi konusunda da iş toplumun çeşitli kesimleri tarafından büyük oranda sıkı tutulmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki, bu önlemleri almaya hükümeti iten, halkın çeşitli kesimlerinin ciddi ve yoğun baskısı olmuştur. Hükümet, süreç boyunca bu konuda öncü olmak ve inisiyatif almak bir yana, halktan gelen sağduyulu seslere bile anında cevap verememiş, ancak baskı artıp yoğunlaştıkça ve tabiri caizse yumurta kapıya dayandıkça adım atmıştır.

Tüm özel hastanelerin kamu sağlık sistemine dahil edilmesi, halihazırda bazı ülkelerde uygulamaya geçmiştir. Durumun bizde de ciddileşmesi ve salgının daha çok yayılması sonucunda, UBP-HP hükümeti de mecburen bu adımı atmak zorunda kalacaktır. Ancak hükümetin keyfini beklemeden, bu adımın derhâl atılması, şimdiden böylesi olası bir sonuca hazırlanmaya başlanılması ve bunun “özelden hizmet alımı” biçiminde değil de gerçek anlamda bir kamulaştırma çerçevesinde hayata geçirilmesi için hükümet üzerinde bu yönde yoğun bir baskı oluşturmak gereklidir. 

Celal Özkızan

Bağımsızlık Yolu Üyesi