Yangın Yerinde Emek Pazarı – Erdoğan Selkan

“Olayın soruşturmasını yürüten polis memuru Ömer Ülger mahkemede verdiği ifadesinde, zanlı JamshidRadjabov’un 29 Temmuz 2017, zanlı Zulfira Radjabova’nın ise 16 Kasım 2017 tarihinden beri ülkede izinsiz ikamet ettiğinin tespit edildiğini açıkladı. Zanlıların polise verdikleri ifadede 2 yıldan beri Hasan Ereş’in yanında hayvanlarına baktıklarını itiraf ettiklerini söyleyen Ülger, Hasan Ereşhakkında da soruşturma başlatıldığını açıkladı. Zanlıların ülkede yasal statülerinin olmadığını belirten Ülger, ihraç işlemlerinin tamamlanana kadar zanlıların 3 gün poliste tutuklu kalmasını talep etti”

​Kıbrıs Postası’nda 17 Ağustos 2019 tarihinde Nadire Bahadi imzasıyla yayınlanan haber bu cümlelerle sona eriyor. Sandallar köyünde bir ağılda hayvan bakıcılığı yapan Özbekistan vatandaşı bir karı kocanın ülkeye giriş yapıp çıkış yapmadıkları 2 yılın sonunda “ülkede izinsiz olarak ikamet ettikleri” yapılan bir polis kontrolü sırasında tesadüfen ortaya çıkmış. 2 yıllık süre zarfında kayıtsız kuyutsuz kaçak işgücü olarak sömürüldükleri yine bu kontrolde kendilerini bulan polislere verdikleri gönüllü ifade sonrası tesadüfen ortaya çıkmış.

​2 seneye yakın kayıp olarak atfedildikten sonra bir ovada torba içerisinde çürük bir ceset olarak bulunan üçüncü ülke vatandaşlarının da olduğu bu ülkede, sanırım görece iyi bir senaryo bu.

​Hikayenin bundan sonraki kısmını öğrenmek içinse ilerleyen günleri beklemenin gereği yok. Polis bülteninde “zanlı” olarak itham edilen bu karı koca bir süre sonra ülke dışına çıkarılacaklar, resmi olarak gidebilecekleri tek ülke olan Türkiye’ye gönderilecekler. Hakkında gönüllü ifade bulunan şüpheli patron ise “en kötü ihtimalle” 5 asgari ücret tutarındaki cezayı ödeyecek, belki etik değil ama yasal bir boşluktan faydalanarak oradan da sıyrılacak. 2 kaçak işçi üzerinden toplamda 45 ay boyunca yaptığı vergi ve yatırım kaçakçılığı devlet bütçesinde ebedi bir eksi olarak yerini alacak. 45 ay boyunca 2 kaçak işçiye vermediği ücret ve sağlamadığı koşullar üzerinden yaptığı hırsızlık da cebine kar kalacak.

Özbek karı koca ise çalışarak geçirdikleri ama bireysel yatırım anlamında havaya giden iki yıllarının ardından “bir bardak soğuk su” içerek ülkelerine dönmeye çalışacaklar. Belki bilet parasını denkleştiremezlerse bir sonraki duraklarında yine kaçak göçek çalışıp sadece ülkelerine dönecek parayı “yakalanmadan” kazanmanın mücadelesini vermek zorunda kalacaklar.

Yani “işledikleri suçun cezasını” misliyle ödeyecekler.

​Bu işin faturası memleketin başkentinin göbeğinde “acente”, “organizasyon şirketi” vb. isimlerle tabelalı dükkan açan, bu insancıklardan 7-8 bin Euro gibi paraları toplayan, işverenlerle sözleşmeler imzalayan ama ne hikmetse tespit edilemeyen simsarlara; ya da ucuz iş gücüne dolayısıyla daha yüksek kâra giden her yolu mübah sayan, bu insancıklara reva gördükleri tüm kötü şartları ve emek sömürüsünü “ama şirketiniz öyle ister” diyerek üzerinden atıyormuş gibi yapan işverenlere çıkacak değildi ya…

 

Çünkü bu insanlar burada kazanacakları paraya muhtaç. Bir şekilde kaçmaya kalksa bile yolda kalmamak için 3-4 ay çalışıp eline geçecek paranın tamamına ihtiyaç duyacak oldukları halde burada kalmaya mecbur. Çünkü bu garibanların burada nüfuzlu bir ailesi, amcası/dayısı falan yok. Örgüt başkanı, bucak sorumlusu, partiden bir abisi yok. Çünkü hiç sevmediğim bir tabirle “bunlardan çok var”…

Çünkü bu insanlar bin bir ümit ve mecburiyetlebilmedikleri bir ülkeye gelirken neyden bahsettiğini bile anlamadıkları bazı sözleşmelere ya zorlanarak ya da kandırılarak imza atıyorlar. Çok basit bir haklarını aradıklarında bile hakarete maruz kalabiliyorlar, şiddet görebiliyorlar. Boğazına bıçak dayanıp tehdit edilseler bile seslerini duyurabilecekleri kimseyi bulamıyorlar…

İşin kanun, tüzük, yönetmelik kısmı bir kenara; devletimizin vicdanında bu insanlar ,bir aileye ya da bir partiye mensup olmadıkları için yok sayılıyorlar. Bir patrona caydırıcı bir ceza vermekten çok daha baş ağrısız olduğu için devletin vicdanı bunu tercih ediyor. Kanunlar değiştirilebilir, yenilenebilir. Ama vicdanlar nereye kadar körelebilir?

Peki ülkedeki en eski ve köklü işletmeden en yeni patroncuğa kadar herkesin bildiği bu acenteleri nasıl oluyor da devlet bir türlü gör(e)miyor? Şehir içlerinde büro açacak,kartvizit basıp dağıtacak, internette çatır çatır ilan verip pazarlama yapacak kadar pervasız olan bu simsarları her seferinde ıskalamak patronlara mı daha büyük bir kıyak oluyor yoksa bizzat simsarların kendilerine mi?

 

İsim verip rencide etmeyim, bir bakanımızın “bu ülkede para karşılığında fuhuş yapılan yerler varmış” aforizmasıtarzında bir aydınlatmaya sebep olur mu herhangi bir devlet erkanımızda bilemem ama haber vermiş olayım: böyle simsarlık organizasyonları var ülkemizde. İşçilerin yarım yamalak lisanlarıyla anlatabildiği kadarıyla üçüncü ülkelerde de temsilcileri(!) olan, bu insanları ortalama 7-8 bin Euro civarında paralar karşılığında Kıbrıs’a getiren ve işverenlere genellikle asgari ücretin altında fiyatlara pazarlayan kişiler var. “Her şeyi bize aittir” diyerek ve ne olduğu tam belli olmayan merdiven altı sözleşmelerle işverenleri aldatıp kaçak işçi çalıştırma fiiline iten de genellikle bu organizasyonlardır. İşçilerin emeğini sömürmelerinden zaten bahsetmeye bile gerek yok…

 

Özel sektörde yer alanlar bir kenara en konuyla alakasız vatandaşın bile “bunları da getirirler işde bunçine” düzeyinde haberdar olduğu bu olayı nedense devletimiz gör(e)miyor. Basit bir internet araştırmasıyla bile bunlara benzer görseller bulunabiliyorken devletimiz bu organizasyonları tanımıyor ya da tanımazdan geliyor.​

Kölelik belki yasaklanmış olsa da modernize haliyle etik değil ama yasal şekilde yoluna devam ediyor. Belki sırtındaki küfede sahibini taşımıyor ve sadece bu yüzden “öyle kölelik mi olur” diye eleştiriliyorlar ama modern kölelerin de suyu son damlasına kadar sıkılıyor. Emeklerinin karşılığını alamıyorlar. Barınma, yemek ve sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile asgarinin asgarisinde karşılayabiliyorlar. Uç örnekler kadar olmasa da ciddi bir ırkçılık ve ayrımcılığa da maruz kalıyorlar. Ve günün sonunda yaşadıkları yetmezmiş gibi kendilerini sömürenlerin yaptıklarının bedelini de kendileri ödüyorlar…

​Ve bu paragraf ne yazık ki hüzünlü bir kitabın bir bölümü değil, 2019 yılının son çeyreğine girerken üzerinde bulunduğumuz coğrafyada, içinde yer aldığımız toplulukta, hemen yanı başımızda yaşanan olayların acı bir özeti. Bunu önlemek için devletin üzerine düşenler ve hedefe oturtması gerekenler üç aşağı beş yukarı bellidir.

​Toplumsal olarak üzerimize düşen ise kişisel zenginleşme sevdası uğruna görmezden gelmeyi bırakıp emek sömürüsüne karşı sesimizi gerçek anlamda çıkarmaktır. Emek sömürüsüyle zenginleşmeyi değil emeğin karşılığını bulduğu bir düzeni yüceltmek ve onun için mücadele etmektir. Yoksa 2000’lerin başında Türkiye kökenli emekçiler üzerinden beslenen,2010’lu yıllarda üçüncü ülke vatandaşı emekçileri öğüten ve toplumumuzda geçim mücadelesine yeni atılmış neslin de ensesinde nefesini hissettiği bu “Emek Sömürüsü” denen canavarın toplumumuzun bireylerini de mideye indirmesi kaçınılmazdır. Bu canavarın on yıllar içerisinde bu topraklarda semirmesinde devletin patronperver tutumu kadar “komşuda pişer bize de düşer” ya da “olur da bir gün benim de elime bir şans geçer lazım olur” diyerek bu sömürü düzenine çanak tutmasak bile göz yummamızın rolü vardır.

Yapmamız gereken emek sömürüsüne karşı birlikte omuz omuza direnmektir. Bunun ilk adımı da özel sektör emekçilerini sendika çatısı altında toplayıp güvenceye almaktır. Bu konuda çaba göstermek ve temenniden öte gerçek bir talepte bulunmak toplumun tüm kesimlerinin bireylere ve kendilerine karşı sorumluluğudur.

Erdoğan Selkan

Bağımsızlık Yolu Üyesi