Crans-Montana’daki çöküş ve sonrasında devam eden suçlama ortamı, barışa inanan, geleceği yurdumuzun birleşmesinde gören kesimlerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Mücadelenin sadece müzakerelere bağlandığı bir ortamda bu hayal kırıklığı kaçınılmaz bir sonuç.
Crans-Montana sonrası oluşan tablo garantörlük meselesin mi yoksa siyasi eşitlik anlaşmazlığının bir sonucu mu oluştu tartışması gereksiz bir tartışma gibi görünüyor. Çünkü mevcut müzakere ortamı farklı kaygılar etrafında şekillendi. Halkların barışa olan ihtiyacı üzerinden kaygı duyan kesimlerin esas mesele edinmesi gereken mevzu masada kimin kaygı ve çıkarlarının konuşulduğu.
Ancak mevcut durum tüm olumsuzluğuna rağmen şu anki yaygın ruh halinin aksine umutsuzluğa kapılıp karalar bağlayacak kadar bir durum değil. Evet, müzakereler önemli ve burada bir anlaşma sağlanması barış mücadelesi için avantajlar yaratacak. İki halkın birarada yaşama imkanı bulması, adanın kuzeyinde denetimsiz bir şekilde yaşanan nüfus giriş çıkışının son bulması, yine adanın kuzeyinde onlarca yıldır yaşayan ve Kıbrıs’ı vatanı olarak gören Türkiye kökenli kesimlerin durumunun netleşmesi ve tüm bu yeni koşullar üstünden hem Türkçü hem de Elen faşizminin alanının daralması…
Bunlar olası bir anlaşmanın olumlu potansiyelleridir fakat sadece potansiyellerdir. Filli çatışma ortamının oluşması da farklı potansiyeller arasındadır.Bu potansiyellerin hangilerinin ağırlık kazanacağı mücadeleye bağlı olacaktır. Neyse, tüm bunlar şu an için farazidir ve biz şu an içinde yaşadığımız gerçeğe dönelim.
Müzakere sonrası ortaya çıkan tablo tabiki iç açıcı değil.
Ayrılıkçı, milliyetçi kesimlerin iştahı kabarmış vaziyette, kktc’nin tanıması için atak yapmaktan, Türkiye’ye bağlanmaya kadar türlü türlü senaryolar havada uçuşuyor. Müzakerecilerin suçlama yarışı ortamı geriyor ve şöven kesimlere zemin hazırlıyor. Doğal gaz arama çalışmaları ortamı daha da gerebilir. Öte yandan biz Kıbrıslı Türkler için AKP’nin her türlü baskı ve dayatması her geçen gün daha da artıyor. Öte yandan bölünmüşlüğün sürmesi, birbiriyle ve adanın kuzey ve güney coğrafyalarıyla etkileşime girmeyen yeni kuşaklar bağlamında sorunu daha da komplike hale getiriyor.
Kolay değil 43 senedir beraber yaşamayan ve dilleri farklı olan iki halktan bahsetiyoruz.
Kısacası; bölünmüşlük şartlarında geçen her gün adanın birleşmesi ve Kıbrıs halklarının kardeşleşmesinin aleyhine bir durum.
Ancak Kıbrıs sorununun 1974 sonrası seyri barış mücadelesi için toparlanamaz denilen onlarca olayı barındırır.
1974-75 yıllarındaki nüfus aktarımları, 1977-79 Doruk anlaşmaları sonrası durağanlık, 1983’te federe devletten kktc’ye geçilmesi, 1996’da Mağusa Derinya’da yaşanan ve iki Kıbrıslı Elen’in yaşamını yitirdiği kitlesel çatışmalar, yine 90’lı yılların ikinci yarısında dönem dönem sınır boylarında işlenen karşılıklı cinayetler, Annan Planı’nın Kıbrıslı Elenlerce reddedilmesi, eski yoldaşlar Talat ve Hristofyas’ın müzakerelerdeki uyuşmazlıkları ve şimdi de Crans-Montana.
Bu liste daha da uzayabilir.
Geçmişte yaşanan bu kırılma anlarının hepsinde bölünmüşlük derinleşti ve yeniden birleşme anlamında umutsuzluk arttı.
Ancak Kıbrıs’ta barış mücadelesi yukarıda saydığımız her olayda oluşan ortama rağmen sürdü. Öyle ki; iki halkın barış güçleri halkların birbirleriyle fiziki teması kuramadığı tam 29 yıl (1974-2003 yılları arasında) boyunca dahi bu çabadan geri durmadı.
Özellikle Kıbrıslı Türkler için çok zor sayılabilecek; Ankara hükümetleri destekli Denktaş ve UBP dışı bir sesin sürekli boğulduğu, dünya ile bağlantının neredeyse sıfır olduğu, iki halkın ilericilerinin görüşmesinin Ledra Palace’ta yada yurtdışında ender gerçekleşen dar toplantılardan ötesi olmadığı şartlardan bugüne taşındı.
Bugün yaşanan hayal kırıklığı da aşılacaktır, aşılmak zorundadır.
Çünkü ada halklarının barışa olan ihtiyacı dönem koşullarına bağlı değildir. Bu ihtiyacın varlığı bölünmüşlük kalıcı hale gelemez demek değildir. Koşullar çok daha da kötüleşebilir.
Ancak bu ihtimali engellemek Kıbrıs halklarının elindedir.
Yapılması gereken iki halkın ilerici ve devrimci kesimlerinin halka bir seçenek yaratması ve halkların kendi gündemlerini yaratabilmesidir.
Marazi, yılgın, umutsuzluğu alışkanlık haline getiren ve “hep bekleyen” politikaların aksine hayatın gerçekliğini dönüştürmeyi amaçlayan bir politik hat yaratmak umutsuzluğun panzehiridir.
Dönemin devrimci potansiyeli yaşamın içindedir.
Ali Şahin
Bağımsızlık Yolu Örgütlenme Sekreteri